Danny, en kötü filmin Boyle olsun!
Yönetmen sinemasının can çekiştiği son 10 yılın sinema ikliminde Danny Boyle gibi sinemacıların yaptığı filmler hala o karanlık salona girip yüzlerce kişiyle birlikte perdede akan görüntüleri izlemek için en büyük sebebim oluyor. Bu inanılmaz İngiliz’in yaptığı her filmi istisnasız çok seviyorum. Kimselere yaranamayan The Beach/Kumsal bile benim nazarımda çok özel ve başarılı bir yapımdır.
Hal böyleyken, yönetmenin son filmi 127 Hours / 127 saat’e koşarcasına gittik. Randevu İstanbul’un açılış filmi olması sebebiyle Türkiye vizyon tarihinden epey önce görme şansına eriştiğimiz film yine beklediğimize değdi. Boyle, sadece kurmaca değil, gerçek yaşam öykülerinde de aynı yönetmenlik becerisini konuşturarak benzersiz bir izleme deneyimi yaşatmayı başarıyor.
Film, hayata meydan okumayı seven, genç ve başına buyruk dağcı Aaron Ralston’un kimselere haber vermeden Utah’da bulunan Büyük Kanyona gidip, bir zamanlar Jesse James ve arkadaşlarının mesken tuttuğu mekânlardan birinde bulunan Blue John adlı yarıkta elini bir kayaya sıkıştırarak orada mahsur kalmasıyla başlayan 5 günlük yaşam mücadelesini aktarıyor.
127 Saat, Aaron Ralston’un bu dehşetengiz yaşam savaşını anlattığı Between a Rock and a Hard Place adlı kitabından senaryolaştırılmış… Ralston, kitabında 127 saatini şöyle anlatıyor: “”Kayaya tırmanırken dengemi kaybedip yuvarlandım. 400 kg.lık bir kaya sağ kolumun üzerine düştü. Dirseğimden aşağısı kayanın altında kaldı. Kıpırdayamadığım için telefon da edemiyordum. Günler böyle geçti. Tek koluma ihtiyacımı karşılamaya çalışıyordum. Elimdeki kör maket bıçağıyla kolumu kesmem tam 3 günümü aldı.”
Kitabın değil ama filmin izleyene mutlaka geçen çok net bir bireysel yaşam tepkisi var. Bu tehlikeli yolculuğa giderken annesi ve en yakın arkadaşları dâhil hiç kimseye haber vermeyi akıl etmeyen Ralston, yalnız başına ve ölüme bu kadar yakın geçirdiği 5 gün boyunca kendi çilesini çekiyor ve iç hesaplaşmasını yapıyor. Çocukluğunda ya da gençliğinde bir sıkıntı yok… Ailesi, arkadaşları onu hep sevmiş ve ilgilenmiş ama o tüm bunları itmeyi, tek başına dik durmayı marifet bilmiş bir karakter… Fakat yarıkta geçirdiği süre içinde yaptığı tüm tercihlerin onu buraya, bu yarığa ve kaya parçasına kadar sürüklediğini ve kendi tuzağını kendi hazırladığını fark ediyor. Küstah, serseri bir dağcı olarak girdiği mağaradan kolunu kaybetmiş ama mutlak arınmış bir şekilde çıkıyor. Bu 5 gün Ralston için zoraki bir çile ve derin düşünme haline yol açıyor. Nihayet mağaradan çıktığında artık o nefret, hırs ve cehaletten arınmış, artık uyanmıştır.
Danny Boyle, Aaron Ralston’un hikâyesini modern bir Buddha öyküsüne çeviriyor. 21.YY insanının Nirvanaya ulaşma hali de diyebiliriz. Başka bir yönetmenin elinde gereksizce naifleşerek komik duruma düşecek bu malzeme neyse ki Danny Boyle gibi bir sinemacıya emanet edilmiş. Boyle, filmin sonunda Ralston’un daha sonra başına gelenlerden de bahsetmeyi de ihmal etmiyor. Bazıları bunu gereksiz bulabilir ama ben hikâyeyi tamamlayıcı bu türden bir final sonrası anlatımını seviyorum.
Başrolü kapan James Franco, güçlü bir performans gerektiren bu rolde en az Milk’te olduğu kadar başarılı… Aslında bu rol için yönetmen Cillian Murphy’i düşünüyormuş ama gerçek Ralston’la olan fiziksel benzerlik James Franco’dan yana… Filmin aynı zamanda genç seyircinin seveceği türden güçlü bir soundtrack’i var.
Ne diyelim, yönetmen sinemasının hala iyi filmler çekebilen çok az temsilcisinden biri Danny Boyle… Filmleri bütçeden bağımsız olarak her defasında seyirciyi mutlu etmeyi, etkilemeyi başarıyor ve yaptığı işlerin eleştirmen tarafında da büyük kıymeti var. Shallow Grave / Mezarını Derin Kaz’la başlayan bu muteşem sinema yolculuğunun en son ve başarılı halkası olan 127 Saat’i mutlaka izleyin.