Zeynep bonçe
Yeni sezonda arşivleme ayrıcalığını vereceğimiz yapım sayısı yok denecek kadar az. Birçok açıdan seleflerinin ve haliyle birbirlerinin kopyası gibi duran bu diziler arasında sıyrılabilenlere bakalım isterseniz.
Bu kalitesiz işler cümbüşünün içinde kantarın topuzunu kaçıran yapımcılar da olmuyor değil. Ortalama ne kadar düşükse, onlar o kadar güzel işler yapmaya çalışıyorlar ve kadroyu birbirinden yetenekli isimlerle dolduruyorlar. Bu sezon elimizde bu klasmana ait iki örnek var.
Biri Martin Scorsese’li Boardwalk Empire, diğeri ise Frank Darabont’lu The Walking Dead… Üzerine tartışmaya bile gerek olmayan, tescilli yönetmenlerin eline teslim edilmiş bu iki dizi çerezlik değil, evladiyelik.
Martin Scorsese’nin yönettiği ilk bölüm ile hepimizi ekrana bağlayan Boardwalk Empire, izleyicilerin çoğunun diziyi takip sebebi olan Steve Buscemi’nin; bebek yüzlü psikopat tiplemelerinde artık zirveye oynayan Michael Pitt’in ve rahatsız karakterlerin vaz geçilmezi olmaya aday Michael Shannon’ın oyunculuklarıyla zirve yaparken, dizideki yan karakterler de kesinlikle baştan savma değiller. Bir sonraki bölümü “Acaba ne olacak?” diye değil de, garip bir bağımlılıktan ya da güzel olandan gözümüzü ayıramadığımız için izliyoruz çoğumuz. Dönemi müthiş bir başarıyla yansıtması bir yana, gerçek bir hikayeden uyarlanan dizinin karakterleri, esprileri, senaryosu hep daha fazlasını istememize yol açıyor. Çarpıcı bölümleri de, durağan bölümleri de akıllara kazınıyor. Çünkü dizi görsellikten, hikayesinden, temposundan ziyade karakterlerle ilgili.
HBO’nun özgür yayıncılığı da formülün içine yerleştirildiğinde ortaya mükemmel bir sonuç çıkıyor. Gençliğine ve sığlığına şahit olduğumuz Al Capone, sadece iki sene koltuğun tadını çıkarabilen ve kalp krizinden ölerek başkanlığa veda eden Amerikan Başkanı Warren G. Harding, birinci dünya savaşında yüzünün yarısını kaybetmiş eski sniper gibi karakterler, hem 1920’lere daha net yorumlar katıyor hem de dizinin her saniyesini keyfe dönüştürüyor. Dipnot olarak da; anlattığı dönemin Amerika’da içki yasağının başladığı dönem olduğunu ve buna rağmen başka hiçbir dizide göremeyeceğiniz kadar içki içiliyor olduğunu da ekleyelim. Yasakların kimlere yaradığı, neleri değiştirdiği, yönetimleri aslında nasıl şekillendirdiği üzerine de güzel bir eleştiri aslında Boardwalk Empire.
Gelelim diğer yıldızımıza… The Walking Dead, adından da anlaşılacağı gibi bir zombi dizisi. Açık konuşmak gerekirse; sıkı bir hayranı olduğum Frank Darabont’a rağmen post-apokaliptik bir zombi dizisi fikri başlarda beni endişelendirdi. Her zombi hikayesi eninde sonunda birkaç detay dışında diğerleriyle aynı zemini hatta neredeyse aynı dramatik yapıyı takip eder. Diğerlerinden ayrılanlar detaylara ağırlık verenlerle, karakterlere ağırlık verenler olur. Nitekim yine bir karakter cümbüşü var elimizde artık. Başka bir şansı da yok zaten dizinin. Zira senaryosu itibariyle her bölüm başka bir zombi filmini baz alıyormuş gibi hissettiriyor. Bunun sebebi de bu alanda yapılacak şeylerin çoğunun yapıldığı ve dizi gibi uzun soluklu bir işten bahsediyorsak, o yapımların ayak izlerine basmadan yürümenin mümkün olmadığı. Hastanede uyanma sahnesinden, alışveriş merkezinde kapana kısılma sahnesine kadar aşina olduğumuz görüntülerin yanı sıra, yepyeni detaylar da var dizide. Zombilerin içgüdüleriyle hareket eden etçiller olmalarının yanı sıra, geçmiş hayatlarına dair güçlü bir detayı hatırlıyor olmaları gibi yeni bir etken var The Walking Dead’de. Henüz çok küçük bir ayrıntı olarak verilen ama aslında diğer zombi hikayelerinden en büyük farkı olan bu detay, ileride daha da önem kazanabilir.
Karakterleri işleyişi ve onların hikayelerini anlatış biçimi de diziyi diğerlerinden ayıran özelliklerden. Vakti bol olduğu için daha uzun süreler ayırabiliyor karakterlere. Aslında zemin olarak zombi kıyametinin yaşandığı bir dünyayı kullanan bir grup insanın hikayesi dizi.
Eksileri de yok değil The Walking Dead’in… Renkleri, sahneleri, atmosferi tam olması gerektiği gibi ilerlerken, üçüncü bölümde, her nasılsa her seferinde zombi filmleri listelerine giren ama aslında bir salgın filmi olan “28 Gün Sonra”nın müziğine çok benzeyen bir müziğe geçiş yaptı dizi. Bu hastane sahnesinde çalsa bir saygı duruşu, keyifli bir detay olarak adlandırılabilecekken, çaldığı sahneyi güçlendirse de orijinalliğini kaybettirdi sanki. Büyük bir bütçesi olan dizinin daha özgün bir müzikle, kendine has bir yer edinmesini tercih ederdim.
Bütçeleriyle de diğer dizilerden ayrılan bu iki şaheser, vasat türdeşlerini daha fazla ezecek gibi görünüyor ve ne kadar hata yapılsa da, diğer yeni dizilerin seviyesine düşemeyecek kadar iyiler. Bu kadar iyi işlerin bile 40 dakikayı geçmediği ve 12 ila 24 bölümden oluştuğunu düşündüğümde, Türk televizyonlarındaki hiçbir yapıma sonuna kadar güvenemeyeceğimizi fark ediyorum yine. Zira minimum 80 dakikalık minimum 36 bölümden oluşan yerli dizilerin kanallar tarafından ne kadar zora koşulduğu belli. Her hafta film uzunluğunda dizi çekmeye zorlanan sektörün bir an önce değişmesi gerek. Aksi takdirde Türk televizyonları, izleyicisinin vaktini çalan ama karşılığından hiçbir şey vermeyen gerçek aptal kutuları olmaya devam edecek.