Burak yarkent
Amerika’da geçtiğimiz hafta Cuma günü gösterime giren David Fincher imzalı film, kurulduğundan itibaren hemen hemen hepimizin, milyonların hayatının bir parçası olan “Facebook” sosyal ağının kuruluşundan günümüze kadar gelen oluşumunu anlatıyor ve belki de içinde bulunduğumuz iletişim çağını en iyi tarif eden, tanımlayan yapıt olarak göze çarpıyor.
Daha spesifik anlatmak gerekirse, şu anda 26 yaşında olan, Facebook çılgınlığını başlatan kişi ve kendi emeği ile dünyanın sayılı milyarderleri arasına girmeyi başarmış Mark Zuckerberg’in hayatının kırılma noktasının anlatıldığı, yalnız yapım aşamasından itibaren Zuckerberg ve Facebook ekibinin, bazı detaylar yüzünden, yapımına karşı çıktığı ve daha ileriye gidip reddettiği ve hatta kendi sayfalarında ilanlarına, reklamlarına yer vermeyip boykot ettiği yapıt.
Jesse Eisenberg tarafından canlandırılan Zuckerberg’in, Facebook gibi bir fenomeni yaratırken başından geçenlere, inandığı yolda ilerlerken kimlerle, ne şartlar altında mücadele ettiğine şahitlik edecek, konuştuğum, filmi izleyen herkesin, ayrı bir yanını gördüğü Zuckerberg gibi bir karakteri tanıma fırsatını yakayacak ve belki de tanıdığım çok kişi gibi siz de kişilikte pozitif yan bulabilmek için büyük çaba harcayacaksınız.
Filmi izleyenler ve bazı eleştirmenler üzerinde Zuckerberg’in bıraktığı etki; başarıya aç, birşeyler başarabilmek ve insanlara kendini sevdirebilmek uğruna herseyi yapmayı göze alabilecek, yalnız beceriksiz, iğrenç, huysuz, alıngan, soğuk, güvenilirliği olmayan biri olduğu yönünde yoğunlaşıyor. Bu özellikleri yan yana koyduğunuzda, yukarıda bahsettiğim, “Zuckerberg ve ekibinin filmi kabullenememe’ ve tüm desteklerini filmden çekme, bir nevi boykot etme” durumunu daha net kavrayabileceğinizi düşünüyorum…
Normalde aklı başında bir insan, kendi hakkında böyle bir filmi neden desteklesin değil mi ama.. Böyle birşey mümkün değil..
Yanlız madalyona öteki tarafından bakan ben, film her ne kadar Zuckerberg karakterini hoş olan veya olmayan, en ince ayrıntısına kadar irdelese de, bu tür bir boykotu hak etmediği, ve her ne olursa olsun Facebook oluşumunun, bu filmin arkasında dimdik durması gerektiği kanaatindeyim.
Neden mi? İşte size aklıma gelen ilk nedenler;
Zuckerberg aslında bir “dahi”…
Aslında Facebook ve Zuckerberg avukatlarının filmi izlerken neleri beğenmediklerini, ne gibi değerlerin “aksi patronlarının” hoşuna gitmeyeceğini iyi bildiklerini, ve ellerindeki not defterlerine ne gibi notlar düşüp, filmin hangi sahnelerine “tu, kaka” deyip, düşünmeden çizik attıklarını görür gibiyim.
Bunlar hepsi olağan, doğal hareketler, yalnız unutulmaması gereken ve herkesin de iyi bildiği bir gerçek var ki, “Savaşlar mücadele edilmeden kazanılmıyorlar”. Belli bir mücadele vermeden bazı şeylerin üstesinden gelemeyeceğimizi iyi bilmemiz gerekiyor..
Bu filmin temeli de iki ayrı legal ve psikolojik savaş üzerine oturmuş. Zuckerberg de bu savaşları kazanmak için elinden geleni ardına koymuyor, bunun neresi yanlış?
Birincisi Zuckerberg’in okul arkadaşlarına, ikincisi ise eski ortaklarına karşı vermiş olduğu savaş bunlar. Zuckerberg karakteri bu savaşlar esnasında bazen cok acımasız, kaba, ve hırçın biri olarak gösterilmiş, bildiğim kadarıyla da bu çok doğru bir tespit, yalnız her ne pahasına olursa olsun inandığı yolda, hayallerine doğru ilerleyen, ve bu hedefte önüne çıkan her engeli aşmaya, imha etmeye programlanmış bir dahi söz konusu. Bu da hiç azımsanacak bir nitelik olmasa gerek.
Kim ne derse desin, Zuckerberg, Amerikan tarihinde bir başarı hikayesidir. Bazı çarpıklıkları olmuştur, yalnız bunlar hiçbir zaman kine dönüşmemiş, ve kendisi paranın ve parayla gelebilecek bir gücün esiri olmamıştır, ki bence bu da taktir edilebilecek ikinci niteliktir.
Bunun yanında beyaz perdeye aksettirilen karakter, karizmatik olmamanın yanında, hiçbir çekiciliği olmayan ve normal şartlarda hiçbirimizin birlikte zaman geçirmek istemeyeceği, küstah bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Ama bu onun kötü biri olduğu anlamına gelmiyor tabii ki. Sadece insan ilişkilerinde yeterli olmayan biri ile karşı karşıya olduğumuzu unutmamamız gerekiyor, o kadar.
Aklımıza gelen sorulardan bir diğeri;
İnandığı yolda dur durak bilmeden ilerleyen ve önüne gelen engelleri, ki bu engeller kendi arkadaşları dahi olsa, gözünü bile kırpmadan bir bir imha edebilen, ve yeri geldiğinde sert ve radikal kararlar alabilen Zuckerberg, acaba bu kadar köşeli olmasaydı, Facebook gibi bir devi yaratabilir miydi? Cevap, tabii ki “Hayır”.
Sosyal ağ oluşumları dediğiniz tarafsız olmalı… Bu film tarafsız…
Aaron Sorkin beyaz perdeye uyarladığı filmde en çok etkilendiğim yanlardan biri, kimin doğru veya kimin yanlış olduğu ile ilgilenilmemesi, bunun tamamen izleyicinin insiyatifine bırakılmış bşr olgu olarak kalması. Hiçbir sorgulama olmaksızın, tamamen legal ve psikolojik savaş temelleri üzerine oturmus, hiç kimseyi ve hiçbir kurumu töhmet altında bırakmayan bir flm yaratılmış.
İnanın bana bu film hem Zuckerberg’den hem de Facebook’dan daha büyük…
Modern çağdaki iletişimin en ortasına Facebook gerçeğini yerleştiren film, bu gerçeği çok çarpıcı anlatmış. “Biz insanlar kimiz ve nasıl birbirimize bir klik kadar yakın olabiliyor, olma ihtiyacı hissedebiliyor, ama aynı zamanda bir o kadar da birbirimizden uzak olabiliyoruz?” sorusunu kendimize defalarca sormamızı sağlıyor..
Kültürel dünyamızın merkezini Facebook tayin eden Fincher, aynı zamanda bu sosyal ağı doğal bir web sayfası çerçevesinden çıkartıp, “Sosyal Devrim” kıvamına sokmuş.
Ben bu filmi seyreden herkesin, eğer hala yok ise, hemen kendisine bir Facebook hesabı açacağına eminim. İnanıyorum ki bu filmi seyreden herkes, kendisini bu oluşumun bır parçası olmak zorunluluğunda hissedecek…
Normal şartlarda insanlarla iletişim özürlü bir dahinin, dışarıya çıkıp insanlarla yüzyüze iletişime geçmek yerine “Sosyal Devrim” gerçekleştirip herkesi ayağına getirmesinin ve kendi etrafında toplamasının muazzam hikayesini izleyeceksiniz.
Bu filmde Facebook ve Zuckerberg ikilisinin korkacak, çekinecek ve hatta filmi boykot edip reddedecek bir tavır içinde olmamaları gerektiği kanaatindeyim. Hatta şimdiden kendisine filme destek vermesini, arkasında dimdik durmasını ve seneye efsanevi Kodak Tiyatrosu’nun içinde Fincher’ın yanındaki koltuğu ayırtmasını tavsiye edebilirim…
Çünkü bu film Oscar kokuyor…
İyi seyirler.