Serdar akbıyık
Dilberin Sekiz Günü ile Bursa İpek Yolu ve Ankara Film Festivalleri’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü alan Nesrin Cavadzade bütün bu ödüllere ve kariyerine eklediği iyi filmlere rağmen gerekli çalışma ortamına ulaşamamasına tepki gösteriyor…
Türk sinemasında çok iyi kadın oyuncular görmeye başladık. Bunların en iyilerinden biri de Nesrin Cevadzade. Dilberin Sekiz Günü ile izleyenleri kendine hayran bırakan güzel yıldız Bursa İpek Yolu ve Ankara Film Festivali’nden aldığı ödüllerle de başarısını taçlandırdı. Daha sonra Cemal Şan ile ikinci filmi olan Acı filmini çekti. Genel itibariyle başarılı olan film her sanat filminin başına gelen kadersizliğe uğrayıp gişede yattı. Türk sinemasında filmlerin kalitesiyle gişe arasında bir oran bulmak imkansızdır. Hatta tersine bir oran olduğu rahatça gözlenebilir. Bu mantıksızlığın ceremesini de daha çok oyuncular çeker. Özellikle sanat filmleriyle kariyerine başlayan kabiliyeti ortada olan genç oyuncular en çabuk harcanan isimlerdir. Bu tür isimler çokça var. Nesrin Cevadzade de böyle bir şanssızlığa uğramış durumda. Hem kendi endüstrimizin gerçeklerini görmek hem de problemlerin resmini çekmek için çok önemli bir röportaj olduğunu düşünüyorum Cevadzade ile yaptığımız bu sohbetin. Nesrin Cevadzade’ye verdiği dürüst ve samimi cevaplar için teşekkür ediyorum. İşte Cevadzade’nin röportajı…
Acı’dan beri neler gelişti? Özetleyin isterseniz.
Acı filmi maalesef Dilber’in Sekiz Günü kadar iyi değerlendirilebilen bir film olamadı festivaller anlamında. Çok büyük geri dönüşler alamadık özellikle yurtdışı bağlantıları çok sönük geçti çünkü Cemal Şan kendi yapımcılığını kendisi yaptığı için bir yerde tıkanıyor. Ve gerekli ilgiyi görmüyor. Acı’dan sonra Samanyolu adlı bir dizi için teklif aldım Atv’de yayınlanan. Televizyon kariyerime ara vereli üç yıl olmuştu. Biraz da bilinçli bir tercihti. Ama dedim ki “bir oyuncuyum ve kariyerimin bu kadar başındayken bu kadar selektif, bu kadar seçici olursam Türkiye gibi bir ülkede her zaman çok iyi sonuçlar getirmeyecek belli.” Ben hep şöyle düşündüm çok büyük yanılgı bu bir oyuncu için. İyi bir oyuncu olarak dört duvar arası bir yerde oturacağım ve insanlar bundan bir şekilde haberdar olacaklar, bana teklifler getirecekler, beni keşfedecekler. Ama dünyanın hiçbir yerinde hiçbir oyuncu için böyle bir şey yok. Dolayısıyla televizyonda iş yapmak konusunda kendimi mecbur hissettim. Bu talep edilebilirliği bir derece arttırmak için. 39 bölüm sürdü dizi ve yazın başında bitti.
Sinema projesi var mı?
Ben çok proje okudum özellikle Cemal Şan’ın Dört Adam projesi vardı. Askerden dönen dört adam üzerine kurulu bir hikâyeydi. Orada oynayacaktım ama yine gelin görün ki yapımcısız olmasından dolayı bu proje de ertelendi. Böylelikle bu yıl hiçbir sinema filminde oynamamış oldum. Yanlış mı yapıyorum bilmiyorum. Aslında soruyorum sürekli kendime çok fazla seçici mi davrandım diye.
Peki, o seçicilikte, kıstas neydi?
Mesela bana Kurtlar Vadisi’nden teklif geldi ama Nesrin olarak kendimi o filmin içinde göremedim. Hayata bakış açısı olsun, siyasi düşünce olsun göremedim yakıştıramadım. Kriter hep şu; bana yakın olması, her açıdan bana uyması.
Gişe filmlerine yaklaşımınızda sert bir bakışınız olduğunu düşünebilir miyiz?
Aslında çok iyi olabilecek gişe filmleri de var. Hiçbir zaman sinemayı ‘ticaret sineması’ ya da ‘sanat sineması’ olarak ayırmayı doğru bulmadım. İyi film ve kötü film vardır diye düşünüyorum. Sadece gerçek bir şey söylemeli. Gişe filmi de bazen güzel olabilir. Sanatsal bir kaygısı olabilir. Mesela Vavien ya da Başka Dilde Aşk bu anlamda karşılaştırıldığında; benim oynadığım film 4 bin izleyiciye ulaştı, o filmler 150 bin izleyiciye ulaştı. Ya da Sonbahar… Onlar tabii ki gişe filmi değil ama katlanan gişe başarıları oldu. Recep İvedik gibi filmleri kastediyorsanız; evet o tür filmlerde kendimi göremiyorum ve açıkçası bunun sıkıntısını da çekiyorum. Ama bir yandan da televizyonda yaptığım şeyler onlardan çok mu ayrı? Hayır değil. Samanyolu, Kolpaçino’dan birçok anlamda çok da ayrılıyor diye düşünmüyorum. Televizyonla iş yapmayı kabul ettiğiniz zaman zaten birçok şeyi kabul etmiş oluyorsunuz.
Sizin gibi Tülin Özen’de işe ödülle başlamış bir oyuncu fakat kaliteli işlerin devamı gelmediğinden ve O da sizin gibi televizyonu reddettiği için bir takım sıkıntılar yaşadı. Bunu sektörün sıkıntısı olarak görebilir miyiz?
Tülin Özen o anlamda çok değerli bir örnek. Onu şu açıdan da kendime örnek olarak görüyorum. Tülin neredeyse Türkiye’de hiçbir oyuncunun yapmaya cesaret edemediği bir şeyi yaptı. Oynadığı bir filmi gitti sinemada izledi ve beğenmediğini, o kadar da iyi bir film olmadığını bir hayal kırıklığı olduğunu açıkça bütün röportajlarında söyleyebildi. Bunu dünyadaki bütün oyuncular çok rahatlıkla yapabiliyorlar. Kendilerinin de bulunduğu projelere eleştirel bir gözle bakabiliyorlar ve açıkça fikirlerini söyleyebiliyorlar. Türkiye’de bu anlamda maalesef elimiz kolumuz bağlı. Ben Samanyolu’nda oynadıysam ve bir şeyi beğenmediysem ya da Acı filminde oynadıysam ve izledikten sonra senaryosu kadar etkileyici olmadığını düşündüysem bunu söyleyemiyorum. Çünkü yapımcıya karşı mesuliyetlerim var, yönetmene karşı var, dışlanma korkum var… Tülin o anlamda çok cesur bir oyuncu. Bir de benim en son Twitter’da yazdığım bir mesele; yurtdışında hatta dünyanın her yerinde bir oyuncu ödül aldığında iki şeye yol açıyor. Birincisi fiyatlarının yükselmesine, ikincisi de daha fazla talep görmelerine. Türkiye’de tam tersine bir lanetlenme oluyor. Ödüllü oyuncu birden korkulan biri haline geliyor. Neden çekindiklerini de bilmiyorum. Son 5-10 senedir benim takip ettiğim kadarıyla Altın Portakal’da ödül alan oyuncuların hak ettikleri yerde olmadığını düşünüyorum. O en üst mertebedeki ödülleri aldıktan sonra o oyuncular yok oluyor gibi… İçinde bulunduğumuz işte de açık sözlü olmalıyız bence. Oynadığım dizinin sürekli reklamını yapacak dünyanın en güzel dizisinde oynuyorum diyecek değilim. Ben para karşılığı bir işi yapıyorum ve iş bittikten sonrada bu işe eleştirel bir gözle bakabilmeliyim. Ama yasak ve ayrıca da sürekli reklamını yapmak zorundasın. Bir televizyon programı olduğunda ona katılmak zorundasın.
Kendini kanıtlamış bir oyuncu olarak bu noktada size proje gelmemesi neyi anlatıyor? Çünkü siz tek filmlik bir renk değilsiniz bunu kanıtlamış bir oyuncusunuz. Bunu nasıl aşmayı düşünüyorsunuz?
Yani aslında bunlar benimde her gün kendime sorduğum sorular. Diyorum ki “bu ülkede Cemal Şan’a bağlı kalmak istemiyorum. Cemal Şan sinemasının dışında da bir şey yapmak, başka yönetmenlerle çalışmak istiyorum.” Bu ülkede çok değerli yönetmenler var. Ben ömrüm yettiğince oyunculuk yapmak istiyorum. Dolayısıyla ödüllü oyuncular olarak neden bu kadar ürkütücü olduğumuzu bilmiyorum. Aslında tamam benim örneğim Altın Portakallılar kadar keskin değil. Kendimi yolun çok başında görüyorum. Ama ulaşılabilir olmayı çok isterdim ya da özellikle sinemada daha çok talep gören birisi olmayı…
İşin bir de diğer tarafı var. Beni asıl ilgilendiren tarafı endüstri neyi bekliyor, oyuncuyu nasıl tanımlıyor? Biraz buradan bakmak lazım. Türk sinemasında kadın oyuncu olmak…
Evet, hem melodram olduklarına katılıyorum hem de çoğunlukla ya bir adamın sevgilisi, ya metresi, ya da karısı… Yani hep bir adam var, kadında onu tamamlayıcı olarak var.
Bu durumla Yeşilçam’daki durum arasında bir paralellik kurabiliyor musunuz?
Uzantısı olarak görüyorum.
80 döneminde kadın oyunculuğu anlamında çok cesaretli örnekler vardı. Türkiye’de feminizmin yer bulduğu dönemlerdir bunlar. Günümüzü o dönemin devamı olarak adlandırabilir miyiz?
Kesinlikle devamı değil ben o kadar üretken olduğumuzu düşünmüyorum.
Dönemimizin senaryoları günümüzün problemlerini işliyor mu?
Bence gerçek dertlerimizden çok büyük bir soyutlanma oldu 2 bin sonrası sinemasında.
Bunun sebebini ne olarak görüyorsunuz?
Bir cesaretsizlik. Ama bu cesaretsizliğinde sebebini tam olarak bilmiyorum. Gerçekten bizim topraklarımıza ait hikâyelerde çok büyük bir azalma var. Yurtdışında ödül kazanmış çok büyük yönetmenlerimizde bile bizim topraklarımızın konusu yok. Kocaman kocaman sorunlarımız var ama bu sorunlarla ilgili elle tutulur senaryolar çıkmıyor. Kaldı ki kadınlarla ilgili hiç çıkmıyor. Mesela Kürt meselesi üstüne çok elle tutulur şeyler yapıldı mı? Hayır. Ama yönetmenlerimiz Berlin’de, Cannes’da ödüller alıyorlar. Çok bizden hissetmiyorum. Çok da duygusal bağ kurabileceğim hikâyeler çıkmıyor.
Şuan ki festival yapısının Türk sinemasına pozitif bir etki yapacağına inanıyor musunuz?
O kadar çok festival düzenlenmeye başlandı ki son zamanlarda, Çanakkale’deki Şeffaf Beygir Film Festivali gibi. Bizde festivaller de tam olarak yürümüyor. Festivalleri de kendimize benzetiyoruz. Ülkemiz gibi festivallerimizi de. Dolayısıyla endüstriyelleşmek adına sayı olarak artıyoruz ama nitelik olarak çok azı bu çıtayı geçebiliyor. Hâlâ İstanbul Film Festivali en iyisi. Onlarca yenisi düzenlendi ama belli bir çıtayı ve misyonu yüklenip geçemiyorlar. Dolayısıyla ne kadar işe yaradıklarını söylemek benim için çok güç. Daha ziyade gerçek bir sendikamız olduğunda oyuncular olarak biraz daha örgütlü olabileceğiz, hakkımızı arayabileceğiz. Bir yapımcıyla iş bağlarken daha korkusuz olabileceğiz gibi birçok şey var.
Peki, herhangi bir oyuncu derneğine üye misiniz?
Değilim. Bu hep inançsızlıktan kaynaklanıyor. Çünkü gerçekten ortada yapılan bir şey yok henüz. İnsanlar o kadar güzel konuşuyorlar ki ağzım açık dinliyorum ama çok az iş yapıyorlar.
Peki, bir arkadaş grubunuz var mı bu konuları konuşup tartıştığınız?
Bütün oyuncu arkadaşlarımla sabah-akşam bunları konuşuyoruz.
Peki, ortak olarak bir şey çıkartmaya çalışıyor musunuz ya da fiziksel bir sonuca ulaştı mı?
Ben aslında bireysel olarak sürekli bir şeyler söylediğimi düşünüyorum ama kimseyi örgütleme cesareti gösteremedim şimdilik. Bütün röportajlarımda buna değinen şeyler söylüyorum, kendi öykümden, bu ülkede nasıl hissettiğimden bahsediyorum. Ama başka insanları bir araya getirip bir şey yapmadım.
Sizde bir geriye adım var. Bunu neye bağlıyorsunuz?
4 sene öncesine nazaran daha umutsuzum evet. Boyumun ölçüsünü aldım diyebilirim, beni terbiye etti bu anlamda. Ani işsiz kalmanın ne demek olduğunu biliyorum mesela. Ben kendi tercihlerimle çalışmadım aslında ama bu süreçte ne kadar zorlandığımı hatırladığım için belki de bu kadar yalnız ve umutsuz olabilirim.
Oyuncunun sorumluluğu izleyiciye midir? Ya da ne zamandan sonra kendinedir?
Bence bir oyuncunun apolitik olması mümkün değildir. Bugün ekmeğin fiyatı da politikayla ilgilidir, burada oturmamız da… Çay içebilmem, sizinle konuşabilmem de politiktir. Dolayısıyla nasıl sindirildiysek artık bende hep böyle oyunculara denk geliyorum, röportajlarını okuyorum, televizyonda çok iyi tanıdığım, politik görüşlerini bildiğim insanların “Sağcı mısın? Solcu musun?” dendiğinde, ikisi de değilim dediklerine şahit oluyorum. Bu çok sıkıcı bir şey. Bilmiyorum bu oyuncunun topluma karşı görevimidir, kendine karşı görevimidir? Ama samimi olmak durumundadır. Çünkü samimi olmadığında oyunculuğunda da samimi olmaz.
Her oyuncu tabii ki bir insandır ve kendi düşünceleri fikirleri vardır. Ama mesleği gereği bütün kılıklara karakterlere de girmek zorundadır. Size gelen projelerde siyasi tercihlerinizle rol arasında çatışma yaşıyor musunuz?
Bütünüyle bir siyasi bildirge olmayan, sanat eseri olan her rolü oynarım. Projenin kendisinin bir şeye hizmet etmemesi lazım, belli bir ideolojinin ürünü olmaması lazım… Örneğin, Kurtlar Vadisi.