Zeyep Bonçe

Televizyonda sanat yapabilen ender insanlardan biri olan Alan Ball, ölümü ve hayatı en iyi irdeleyen, modern toplumu en sert eleştiren yapımcılardan… Dikkat edin; Ball, hayata bakış açınızı ciddi anlamda değiştirebilir.

 Yaz aylarının diziler açısından vasat geçeceği hepimiz tarafından bilinen bir gerçekti. Mecburen “True Blood” ve “Lie to Me”ye yeni diziler eklemeye çalıştık. Gerek yeni polisiyeler, gerekse “Desperate Houseviwes”a vampir, kurt adam ve cadı karıştırılmış gibi görünen “The Gates” gibi fantastik diziler maalesef tatmin edici değillerdi. Tek umudumuz Stephen King’in yazdığı, şimdilik pek renk vermeyen “Haven” ve Tess Gerritsen’in çok sevilen polisiye roman serisinden uyarlanan “Rizzoli & Isles” artık. Bir de tabi Ağustos’ta altıncı sezonu başlayacak olan “Weeds”…

Bu kadar vasat bir dönem geçiren bir dizi severin başvuracağı yegane çareye başvurdum ben de geçen ay. Eski favori dizileri sandıktan çıkarmak ve tekrar, yepyeni bir gözle izlemek… İlk tercihim kanımca şu ana kadar çekilmiş en iyi dizi olan “Six Feet Under” oldu. Hazır “True Blood” ortalığı kasıp kavurmaya, eleştirmenler tarafından el üstünde tutulmaya devam ederken, bu iki dizinin de yapımcısı olan Oscarlı senarist/yönetmen/yapımcı Alan Ball’dan bahsetmekte fayda var diye düşünüyorum.

53 yaşındaki Ball’un senaryosuyla Oscar aldığı “American Beauty” birçoğumuzun unutamadığı filmlerden biri. Tam bir Ball senaryosu olan filme doyamayanlar içinse en iyi tercih Six Feet Under olacaktır. Beş dolu dolu sezonun bile insana yetmediği, gerek kastı, gerekse senaryosu ile insanı altüst eden, günlerce gecelerce akıllardan çıkmayan diziye dizi demeye dilim varmıyor. İnsanlık testi gibi bir yapım SFU. Etkilenmeyenlere sosyopat damgasını rahatlıkla vurabilirsiniz. Aynı American Beauty’de olduğu gibi Amerikan aile yapısını bütün detaylarıyla inceleyen, eleştiren Ball, dizi boyunca sanata, politikaya, Amerikan toplumuna, homoseksüelliğe, ölüme ve hayata dair söylemek istediği ne varsa söylüyor. Bunu da o kadar içten, o kadar sert yapıyor ki, cesaretine hayran kalmamak mümkün değil. Ödüllere doymayan diziyi izledikten sonra herkese izletmeyi, sizin de misyon edineceğinizin garantisini verebilirim.

Ball’un imzası niteliğindeki bazı unsurları ele almak gerek, onu anlamak için. Amerikan toplumu, homoseksüellik ve ölüm… Daha bir çocukken bir trafik kazasında gözlerinin önünde ablasının ölümüne şahit olan Ball, ölüme olan takıntısından hiç vazgeçmedi. Six Feet Under’ın cenaze işleri yapan bir ailenin hikayesini anlatması ve aslen ölüm ve yaşam üzerine olması; True Blood’ın bir vampir hikayesinden çok, ölüm ve ölümsüzlük kavramlarından beslenmesi, ölümün Ball’un vazgeçilmezi olduğunun kanıtı niteliğinde.

Diğer bir vazgeçilmezi ise birbirinden renkli gay karakterleri. Özellikle, SFU’da cinsel kimliğini bir türlü kabullenemeyen David Fischer karakterini canlandıran, şimdilerde “Dexter”daki seri katil Dexter Morgan rolüyle kalplerimizi fetheden Michael C. Hall’un ve True Blood’daki yan karakterlerden biri gibi görünen ama diziye renk ve ahenk katan Lafayette rolündeki Nelsan Ellis’in oyunculukları büyüleyici. Kendisi de bir gay olan Ball’un gay karakterleri, içeriden bir ses olarak irdelediği o kadar belli ki…

Ball’un Amerikan halkının cehaletinden ne kadar nefret ettiği de bir gerçek. Her daim yerin dibine soktuğu Amerikan magandası bir yana, zengin ve eğitimli kesimin içi boş hayatı, modern ailenin yalnızlığı ve kasaba halkının önyargıları, ırkçılığı da ağır eleştiriler getirdiği unsurlar.

Ball’dan bahsedip de ülkemizde “Tabu” olarak bilinen “Towelhead”den bahsetmemek de olmaz tabi. Genç bir kızın bedenini, kimliğini, dişiliğini keşfetme hikayesi olan Towelhead, özellikle başroldeki Summer Bishil’in inanılmaz performansı ile dikkat çekiyor. Aaron Eckhart’ın alışılanın çok dışında bir karakteri başarıyla canlandırması da cabası.

Alan Ball’un eserlerinde hissetmediğiniz duygu yok gibi. Oldukça vasat hikayeler gibi görünen bu yapımlar, bir sahnede sizi gözyaşlarına boğarken, diğer bir sahnede gülmekten kırabiliyor. Çok esprili bir anlatıma sahip olmasa da, seçtiği mekanlar ve karakterlerin gerçeğe bu kadar yakın resmedilmesi, sizi ister istemez oyuncuların verdiği tepkileri vermeye itiyor. Özellikle True Blood’da espri dozunu git gide arttıran Ball, birçok diyalogu sadece seyirciyi eğlendirmek için ekliyormuş gibi görünüyor. Bana sorarsanız sadece Jason Stackhouse için bile izlenebilir True Blood.

Gelelim bu derin yapımcının hala en çok bahsedilen işlerinden birine… Belki de en son onu izlediğim için bana yaptığı en özel iş gibi gelen SFU final bölümü “Everyone’s Waiting”, birçok eleştirmen tarafından da şu ana kadar yapılmış en iyi dizi finali olarak anılıyor. En duygusuz insanı bile gözyaşlarına boğabilecek güçteki bu bölüm günlerce unutulmayacak bir son 10 dakikaya sahip. İlk izlediğimde yaptığı etkiyi seneler sonra yine yapması ise bölümü yazan ve yöneten Ball’un dehası olsa gerek.

Alan Ball uzun süre hayatımızda olmasını istediğimiz, daha birçok eserini izlemek için yanıp tutuştuğumuz adamlardan biri. Şu aralar ateşimizi True Blood ile söndürüyor olsa da, sevenlerine bir müjde daha vermekte fayda var. Kendisinin yakında HBO’da Charlie Huston’ın kara polisiye romanı “The Mystic Arts of Erasing All Signs of Death”ten uyarlanan bir diziye başlayacağı söylentisi ortalıkta dolaşmakta. Tadından yenmeyecek bir proje gibi görünen bu dizi başlamadan, eksiklerinizi tamamlamanızı ve özellikle yukarıda saydığım Ball yapımlarını izlemenizi tavsiye ederim.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.