Banu Bozdemir
Festivallerle haşır neşirseniz ortalıkta dolaşan, birer teknik adam misali boy gösteren, festival görevlilerini de görmedim demezsiniz… Onlar sinema salonlarına farklı hava katarlar, teknik her şey onlardan sorumludur… Amaçları daha iyi organize edilmiş bir ortamda film izletmektir… Bütün festivallerde gördüğümüz Oktay Bulgay’la ‘teknik adam’ olmayı konuştuk…
Bu işe nasıl ve ne zaman başladınız?
90’da Gazi Üniversitesi Radyo tv Sinema’ya girdim. Sonra Ankara Film Festivali’nde gönüllü aradıklarını duydum. Doktor Ahmet Boyacıoğlu’yla görüştüm. Üniversiteye girene kadar ses ve ışık işleri, daha çok teknik işler yapmıştım. Boyacıoğlu bana, ‘açılış ve kapanışlarla sen ilgilen’ dedi. Ankara Film Festivali’nin dördüncüsünden bahsediyorum. 92 yılı Mart başı. Pratik yaptım ve çevrenin içine girmiş oldum ben o şekilde. Sonra oradan hiç ayrılmadım. Gönüllülük bir süre sonra profesyonel çalışmaya dönüştü. Bu altyazı işleri o zamanlar bu şekilde yapılmıyordu. Elektronik paneller vardı, bankalardaki kayan yazılar gibi düşünün, kaymıyordu tabii. Beşinci festivali yaparken İstanbul Film Festivali İtalyan bir şirketle anlaşmıştı. Ondan önce mikrofonla simultane çeviri, ses bindirme şeklinde yapılıyordu. Çok çılgınca bir şeye kalkıştık. Bu cihazları biz yaptıralım dedik. Biz sipariş verdik, yetiştirdiler. Birisi çalıştı, diğeri hiç çalışmadı. Ve devasa boyutlardaydı, altı metreye altı metre. Bir buçuk metre yüksekliğindeydi. Onu monte etmek bile zordu. Yazı okunmayacak kadar silikti. O festival öyle çıktı. Onlar dediler bu bizim hatamız. Seneye daha anlaşılır bir aletle geldiler. Üç dört sene öyle devam ettik. İstanbul Film Festivali’nde İtalyanlarla devam ettik ama… Sonra 96’da Gezici Festivali kurduk. Bir yıl sonra ben İstanbul’a geldim ve diğer festivaller için de sistemi oturtmaya çalıştık.
Sonra nasıl organize olmaya başladınız?
Bu iş oturmamıştı. Çeviriyi o dili bilene yaptırıyorduk. Bilgisayar tuşuna basmayı bileni onun başına oturturduk. Yani dağınıktık. Ama önemli de bir dönem, o haliyle biz o festivalleri yaptık. Festivallerin böyle teknik toplam bir hizmete ihtiyacı vardı. Kurumsallaşmayı tamamlamış bir tek İstanbul Film Festivali var Türkiye’de. İKSV’nin bir sürü festivali olduğu için teknik bir departmanı var. Orada 12 ay boyunca çalışan elemanları var. Festival olunca da takviye eleman alıyorlar Diğerlerinde böyle bir şey yok. Biz orada devreye giriyoruz. Yine Hasan Gören aracılığıyla !F’i aldık. Onlar da ilkin Yunanlılarla çalışıyorlardı.
Siz tam olarak neyiyle ilgileniyorsunuz bir festivalin?
!F’le beraber teknik hali de değiştirdik biz. Projeksiyonla yansıtma sistemine geçtik. Aslında !F örgütlenmesini önce İKSV gibi yapmış. Festivalden önce bir çeviri koordinatörü, bir prodüksiyon amiri ve ekibi şeklinde. Bu açıkçası bizim yaptığımız işi tanımlayan bir formattı. Orada örgütlendik. Küçük festivallerde de bunu yaptık. Derken Antalya geldi. Yaptığımız şey paket bir konseptti. Bir festival bizim için şöyle başlıyor aslında. Üç ay önce başlar. Ne yaparız biz? Önce çevirileri yapmaya başlarız. Ben işleri koordine ediyorum. Kim bu çeviriyi daha iyi yapar şeklinde rafine olmuş bir halimiz var ekip olarak. Altmışa yakın çevirmen ekibimiz var, aşağı yukarı yedi dilden ve orijinalinden çeviri yapmayı uygun buluyoruz. Festivalin perogramı belirmeye başladığı zaman filmlerin formatlarına ve salonlara bakarız. 35mm, 16mm, digital olabilir filmler, kadraj formatı farklı filmler olabilir. O salonlarda bunlar gösterilebilir mi gösterilemez mi? Dolby sistem, objektifi, perdesi… Bizim altyazı yapacağımız açı var mı gibi ön kontrol yaparız. Aslına bakılırsa çoğu salon altyazı yapmaya uygun değil. Ciddi sıkıntılarını yaşıyoruz. Mesela Beyoğlu sineması. Orada yapılacak hiçbir şey yok. En fazla zaman zaman çok tercih etmiyoruz ama üst yazıyı deniyoruz. Eskişehir’de falan yapıyoruz zaman zaman ama çirkin oluyor. Direkt kadrajın üstüne geliyor.
Yani salonlar festival zamanı sizin kontrolünüze geçiyor o halde?
Salonlar her açıdan temel ve önemli bir sorun. Sinema işletmeleri marka haline geldi ve oralara otomasyon girdi. Ticari açıdan iki tür format var. Biri cinemascope, biri de düz kare, flet, 1.85. Bildiğimiz düz kare film. Sinemaların hepsi sadece bu iki formatı gösterecek şekilde dizayn edilmiş durumda. Bir de insan unsurunu azaltmış durumdalar. Deneyim de ortadan da kalkıyor. 15 günlük bir kursla bir adama dokuz tane salon teslim edebiliyorlar. Perşembeden değişecekse o film onun hazırlığı yapılır. Bir film bir kere montajlanır, tepsi sistemi diye bir şey var şimdi, oraya o film kurulur, o film oradan döner. Makineye ucunu takar ve o otomatik işler. Cinebonuslar bunu bayağı geliştirmiş durumda. Adana’daki Cinebonus’ta gördüm ben onu. Bir kontrol odası gibi düşünün, monitörler var. Her salonun perdesinde ne oynuyor, oradan görüyorsun. Kadrajına, focusuna oradan müdahale edebiliyor. Bu festivallere nasıl olumsuz yansıyor?
Şimdi festivaller her seansta farklı film oynatıyor. Bir film iki ya da üç kez oynar, eğer şehre yayıldıysa her salonunda oynatılmaya çalışılır. O filmlerin her biri, o salon için sökülüp yapılmak durumunda. Bir film trafiği ama aslında daha çok teknik bir şey bu. Filmler her montaj ya da demontajda zarar görürler, kare kaybederler. Sinemalardaki o makinistlerin el pratiği ve seriliği olmadığı içinde çoğu zaman hatalı iş yaparlar. Ters sarar, baş aşağı sarar, filme zarar verir, sesi zarar görür. Orada biz devreye giriyoruz. Kendi makinistimiz ve teknik ekipmanımızla gidiyoruz. Makinistlerden biri ya da ikisi sürekli montaj yapar. Bir kere montajlayıp, salonlar arası trafiğini de biz sağlıyoruz. Filmler montajlanmış, gösterime hazır halde gidiyor.
Filmler de size emanet o zaman…
Bir de şunu yapıyoruz. Sadece festival kopyaları vardır. Temiz kopyalardır aslında ama bizim akdeniz ülkelerinden özellikle İtalya’dan Yunanistan’dan gelen kopyalar tam bir felakettir. Onlar da çok iyi davranmazlar filme. Şöyle bir sistem yaptık bunun için. Her kopya için teknik rapor tutuyoruz. Kolinin nasıl geldiğini fotoğraflayarak, koliyi açıyoruz, bakıyoruz her şeyi tam mı diye. Ticari piyasada amors kullanılmaz. Yurtdışında amors kullanılıyor, çünkü filmin kısım dediğimiz şeyini koruyan bir sistem o. Makinistler bizde onu kaldırıp çöpe atar, bir işlevi yoktur onun için. Sırf amorsları atıldı diye tazminat ödeyen festivaller var. Biz burada böyle oldu durumunu da engellemiş oluyoruz.
Festival salonu nasıl olmalı peki?
Bir Dolby kontrolünü bütün salonları için bildirmesi şart. Varsa sorunları onları önceden gidermesi şart. Biz bunların hepsini önceden zorluyoruz, uyarıyoruz ama festival yönetimleri çok da fazla ilgilenmiyorlar. Ya da ilgileniyorlar ama bir şekilde olmuyor. O zaman jüri salonuna yükleniyorsun ama olmuyor. Orayı iyileştireyim diyorsun. Ama o da olmuyor. Türk filmleri sürekli Dolby’den düşer. Bu ne demek? Dolby dijitalden düşer, stereo oynar. Detayları ve kaliteli sesi duyamazsın. Ama festival aslında salonlarda olan bir şeydir. İzleyiciye ve filmi yapanlara karşı filmi doğru göstermek zorundasın.