SERDAR AKBIYIK

1980’lerin Müjde Ar ile en cesaretli filmlerini çeken Nur Sürer genç neslin çok çabuk üne kavuştuğunu ama bunu hak edecek bir şeyde yaptıklarını söylemenin zor olduğunu belirtti. Özellikle okumayan, bu neslin politik bir derdinin olmadığından yakındı…

Türk sinemasının en cesaretli kadın oyuncularından Nur Sürer ile son dönem kadın oyuncular hakkında konuştuk. 1980’lerde Müjde Ar ile birlikte büyük bir sorumluluk alan, cinsel devrim denen olguyu Türkiye’de insanlara hissettiren, bu bağlamda kadın dertlerine ve feminizme gerçek bir anlam katan Sürer’in hala devrimci yanının sürdüğünü görmek sevinç vericiydi. Özellikle son dönemde çekilen filmlerde kadın oyuncuların etliye sütlüye dokunmayan tarzlarını eleştiren ünlü oyuncu, genç neslin televizyon sayesinde hak etmediği bir üne kavuştuğunu, setlerde genç oyuncuların ancak kendileri hakkında bir haber gördükleri zaman gazeteleri ellerine aldıklarını söyledi. Sert mesajlarla dolu bir röportaj yaptık Sürer ile. İyi okumalar…

Sizin döneminizi Yeşilçam’daki yıldız sisteminin antitezi olarak düşünebilir miyiz?

Evet, düşünebiliriz, öyle zaten. Ben sinemaya başladığımda 1979 yılıydı. Hatta Bereketli Topraklar Üzerinde, Orhan Kemal’in en iyi eseriydi diyebiliriz. Erdem Kral’ın ikinci filmiydi. Türk- İsveç ortak yapımıydı. Böyle bir çalışmanın içine düştüm. Aklımda sinemada çalışmak hiç yoktu. Bir izleyici olarak sinemayı çok ciddiye alıyordum ama fotomodellik yapıyordum. O zaman da film teklifleri geliyordu şimdi olduğu gibi. Ama ben sinemayı galiba fazlasıyla ciddiye alıyordum. Çünkü gelen teklifler çok sıradandı, komedi ağırlıklı ya da şarkıcı, türkücü filmleriydi. O yüzden asla ‘evet’ dememiştim. Reklam filminde oynamaktan çok da farklı bulmuyordum bunu. Bereketli Topraklar gerçekten ciddi bir işti. İki ayrı oyuncuyla anlaşmıştı yapımcılar. Arkadaşımdı çoğu, Tuncel Kurtiz’de yapımcılardan bir tanesiydi. İki kişi oynamaktan vazgeçmişti. Çünkü o dönem hala sinemada olumsuz kadın figürüne soyunmuyordu oyuncular, hep iyi tiplemeler yapılmak isteniyordu. Yani giyilen üç metre kumaş için eşini bırakıp giden kadınlar hep ters geliyordu. Oyuncular tarafından reddedilmişti ve birazda mecbur kalındı diye biliriz yani. “Biz oyuncu olarak seni düşünüyoruz dediler” ve benim elim ayağım dolaştı. Dolayısıyla gittik ve benim çalışacağım bir sahneyle başladı. Ben yapılan işi çok sevdim. Bir de o an etrafımda Türk sinemasında kolay kolay toplanamayacak bir kadro vardı filmde. Onlarında desteğiyle çok iyi bir şeyin ortaya çıktığını düşünüyorum çünkü film piyasaya çıktıktan sonra çok olumlu eleştiriler aldım. Ve bu da benim sinemayla el sıkışmamı sağladı diyelim. Sonra bir yıl proje bekledim. Çok parlak bir sonuç çıktı ama yine gelen işler böyle çok tecimsel işlerdi diyebiliriz. İkincisi de Sinan Çetin’in ilk filmiydi. “Bir Günün Hikayesi” 2 yıl sansürde kalmıştı. Sonra 1980 yılında bir sansür geldi ve film yasaklandı. 1983’e kadar çalışmadım. Çok teklif gelmişti fakat o anda şarkıcı türkücü filmleri başlamıştı. Sonra 1983 yılında Şerif Gören’le Derman filmini çektik. Ondan sonrada neredeyse senede 3-4 filmde çalışabilir hale gelmiştim. Ama şimdi düşündüğümde keşke oynamasaydım dediklerim de var. Oyunculuğun kendi karakterime yakın bir meslek olduğunu düşünüyorum. Çünkü insan bağımsızlığını da yanında taşıyabiliyor, istemediğiniz işte çalışmayabiliyorsunuz. Rahat edebileceğiniz insanlara olan projelere evet diyebiliyorsunuz.

 

1980 sonları ve belki de 1990 başlarında olan dönem hakkında ne düşünüyorsunuz?

 

Atıf Abi’nin çektiği kadın filmleri. Feminizmle o rüzgarla beraber kadın filmleri de geldi. Ekonomik bağımsızlık kazanmış kadın, bunun yanında şiddet gören kadınlar. Daha çok kadın ağırlıklı filmler yapıldı diyebiliriz. Benim kişisel fikrim çok büyük festivallere çıkış yaptığını düşünürseniz Yılmaz Güney’den bu yana olan dönemi çok seviyorum ben. O dönem için halktan kopuk deniliyor ama şimdi daha kişisel filmler yapılıyor. Sinema da böyle bir şey zaten. Çok büyük bütçeli filmler geçiyor neler görüyoruz, onlara da karşı değilim asla, her yapılan işin bir karşılığı, bir seyircisi var sonuçta. Sorsanız Recep İvedik’lere karşı mıyım? Hayır. Ama izliyor muyum? Ona da hayır. Ben fırsat buldukça küçük bütçeli insanların zar zor yaptığı filmlerin içine düşüyorum, hatta çocuğumu bile o filmleri izlemesi için yönlendiriyorum. Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerine baktığımızda halktan kopuk değil bence, bunlara nasıl halktan kopuk diyebiliriz ki. Halktan kopuk olmasını gişeyle değerlendiriyorlar. Recep İvedik’le Bal’ın gişesini karşılaştırıyorlarsa çok farklı. Orada eğlenmeye gidiyor insanlar hiçbir şey düşünmeden bir buçuk iki saatini geçirmeye gidiyor. Ama diğer filmlerin halktan kopuk olduğunu hiç kimse söyleyemez.

 

Günümüzde düzenli olarak film çekiliyor ama kadın oyunculuğu bakımından çok daha cesaretsiz, daha az derdi olan roller ve öyküler görmeye başladık. Bunu zorlayan kadın oyuncular da yok. Günümüzde kadın oyunculuğu anlamında bir kırılma söz konusu mu?

 

Bir kırılma söz konusu değil. Mesela ben Nurgül’ü, Özgü’yü çok beğeniyorum. Eski dönemlere baktığım zaman ben çok şanslı bir oyuncuyum diyorum. O dörtlü kadın star sistemine baktığımızda kadın hikayeleri çekilmemiş doğru dürüst. Hep edilgen kadınlar. O zaman onların yanına takılan erkek oyuncularda star olmuştur. Hep ezilen kadın kendi haklılığını gösteremiyor, sonradan erkek onu affettiği zaman hemen barışılıyor. Nefret ediyordum böyle filmlerden, neden kafa tutulmuyor diye düşünüyordum. Sonradan değişen istekler, nüfusun çoğalması, teknolojinin hayatımıza girmesi, sol akımın büyümesi derken sinemanın da kendi elbisesi artık kendine dar gelmeye başlamıştı. 79’dan sonra sinema kendini değiştirmeye başladı. O zamanki genç yönetmenler, hep beraber onların da anlatmak istedikleri şeyler vardı. O güne kadar bir takım yönetmenlerin yanında çıraklıktan geldiler. Sinemada böyledir, usta çırak ilişkisi vardır. Belki de ustalarının yaptıkları işleri beğenmiyorlardı. “Ben sinemayı böyle yapmalıyım, bunu da anlatmalıyım” diye düşünüyorlardı. Bir zaman sonrada kendi şirketlerini kurdukları için, yapımcı ağırlığını üzerlerinde hissetmedikleri için güzel işler ortaya çıktı. O dönemlerde böyle yönetmenlerle tanıştığımız için çok şanslıyız bence. Tabi bende seçici davranmaya çalıştım ama şimdi başkalarına da haksızlık etmek istemiyorum. Çünkü ben seçici davrandığım için o dönemde evli olduğum Bülent Kayabaş her filmde çalışıyordu. Bir biçimde beni de destekledi diyebiliriz. O çalışırken iyi veya kötü diye bana yardımcı oldu. Daha sonra Bülent’le ayrıldık, ben yine bir evlilik yaşadım o lüksüm orada da devam etti. Acaba diyorum tek başıma olsaydım aç kalma ihtimalim var mıydı?

 

Şimdiki bir çok filme baktığımda o dörtlü star dönemine benzer kadın oyunculukların arttığını düşünüyorum.

 

O tarz filmler de çekiliyor. Eskiye özenilen işler gibi birçok film izledim hoşuma gitmedi. 2004’ten bu yana 6 yıldır çalışmıyormuşum sinemada. Ama çalışmak istediğim filmler oldu. Öyle dönemlerde yönetmen kendine başka oyuncuları düşünmüştür diye kendimi avutuyorum belkide. Volga Sorgu’nun çektiği bir filmde oynadım. Küçük bir rol ama öyle bir çalışmanın içinde olmak istedim. Küçük bütçeli bir film Kültür bakanlığından az bir para çıkmış, hepimiz bir tarafından dokunduk bu filme. Volga o kadar iyi bir oyuncu ki, umarım yönetmenliği de o parlaklıkta olur. Fakat genç oyuncular bu tarz filmler istendiğinde gidiyorlar, özellikle Özgü’nün bu tarz çalışmasını çok yürekli buluyorum. Beynelmilel, Onur Ünlü’nün her iki çalışmasında da oldu, onu da yeni seyrettim ilginç geldi. Genç oyuncular teklif edildiğin de koşa koşa gidiyorlar gibi geliyor bana ve en ufak ekonomik bir şey düşünmüyorlar. İyi bir filmin içinde neden olmayalım benim bu konuda kadın oyunculardan yana bir sıkıntım yok. Ama politik bir amaçları var mı dersen, yok.

 

Müjde Ar ile aynı cephede savaştınız diyebilir miyiz?

 

Müjde Ar çok önemli bir insan, onu belirtmek gerekiyor. Aradaki köprünün tam üzerindeki kadın. Bir tarafında eski kuşak bir tarafında ben, Müjde Ar tam ortada. Bütün ezberleri bozmuş bir kadın, her şeyi oynayabilir. Çıplaklıksa çıplaklık her şey vardı. Daha önceleri hiç öpüşülmüyordu. Neredeyse hiçbir şey olmadan çocuk oluyordu, randevu evlerine düşülüyordu ama Müjde Ar’la beraber gerçeklik kazandı. Ve bizim de yolumuzu açtı diyebilirim. O güne kadar belkide sadece resim olarak gördükleri insanları sokakta görülebilir hale getirdik.

 

Politik filmler arada bir çekilmeye çalışılıyor ama yeterlilikleri tartışılır.

 

Evet, tartışılır çünkü ben çoğunu kötü buluyorum. Başka ülkelere baktığımızda özellikle Latin ülkelerine çünkü orda da aşağı yukarı aynı acılar yaşandı. Yunanistan’ı da alırsak albaylar cuntasıyla başlar ama yaptıkları filmlere baktığınızda yaşanılan acı dönemin hakkını vermişler. O kadar iyi filmler seyrettik ki, bizim ülkemizde bundan daha fazla acı yaşanmış, binlerce kayıp var. Bazı aileler korkusundan kayıp çocuklarını bile aramamış. Bir sürü facia cezaevleri var, Metrisl’er var. Bütün bunların hakkı verildi mi sinemada? Hayır verilmedi. Ben bunu korkaklığa bağlıyorum. Ömer Uğur Eve Dönüş’ü çekti. Mesela o filmin senaryosunu Ömer kaç yıl önce yazmıştı ismi de farklı bir şeydi hatta ben tam olarak hatırlamıyorum. Fransa’dan da bir ödül almıştı, hakikatten çok iyiydi senaryosu. Ama o zaman bu filmi yapmak için parası yoktu Ömer’in. Sonra parası oldu ve filmi yaptı ama ben iyi olduğunu düşünmüyorum. Bunun gibi kısır filmler. Böyle filmleri yaparken hem o zamanki müthiş acıyı vereceksiniz hem de sinema dilini iyi kullanacaksınız. Sadece o kötü işkence sahnelerini göstermek değil 12 Eylül filmi yapmak. Çok iyi bir aşk filmi yapıldı mı? Hala Al Yazmalım’ ı izliyoruz. Aşk filmlerinde de siyaset filmlerinde de bir konu işleniyor ama konunun derinine inilmiyor çevresinde geziniyorlar sadece. Cinselliğin de çok iyi işlendiğini düşünmüyorum. Cinsellik sadece kadın üzerinden işleniyor. Flmlerinde sevişme sahnesi varsa o sahneler filmden önce medya aracılığıyla insanlara ulaşıyor. Oysa filme baktığınızda filmde onlar hiçbir şey değil, filmin derdi o değil.

 

Cinsellik bir derttir toplum için, kadın için, erkek için, herkes için. Bunu dert olarak algılayan ve işleyen film Türkiye’de yok. Biz bunu neye bağlayacağız? Türkiye’de böyle her şeye uzaktan bakma alışkanlığı Türk sinemasını nereye götürüyor?

 

 

Sansür hala kalkmış değil, başka bir isim altında hala görevlerini yapıyorlar. Ama eskiden herşey daha sert ti yönetmenler filmleri yakılmasın diye kendi sansürlerini kendileri yaparlardı. “Bunu götürsem bu buradan çıkmaz” diyerek sağını solunu yontarak filmi çekerlerdi. Şimdi böyle bir derdimiz de yok. Benim mesela halen Zeki’den çok umudum var. Son filmini çok beğenmemiş olmama rağmen Zeki’den çok güzel filmler bekliyorum ben. Yılmaz Güney’den sonraki dönemde, özellikle son yıllarda Türk sineması dışarıda daha çok tanınıyor. Mesela Bal’ın başarısı bütün ülkeyi etkileyen bir şey.

 

Dizide de oynuyorsunuz koşturmanızın bir sebebi de televizyon. Dizilerde oynamayı seviyor musunuz? Çünkü genelde dizi temposunun yoğunluğundan şikayetçi olunuyor.

 

Evet, dizide oynamayı seviyorum. Bölümlerin 90 dakika ile sınırlı olması kötü ama bu oyuncuların elinde olan birşey değil. Seyirciler dizileri takip ediyorlar tabi dışarıdaki tek muhatapları oyuncu oluyor hiç kimse onun arkasındaki yapımcıyı bilmez yönetmeni bilmez kameramanı bilmez arkasında emek veren diğer kişileri bilmez. Seyircinin hoşlanmadığı birşey olunca bundan oyuncuyu sorumlu tutuyorlar. Mesela ben Kasaba dizisinde 7 ay boyunca seyirciye hesap vermek zorunda kaldım. Tamamen oyuncunun sorumluluğunda zannediyorlar bütün bu yapılan şeyleri. Dizide oynamayı seviyorum çünkü dizide oynarken sinema filminde oynamayacağım diye bir şey yok, teklif gelirse kaçırmıyorsun zaten. Benim yaşımda ağzı laf yapabilecek karakteri oturmuş on tane oyuncu sayamıyorsunuz. Bu biraz şımarıklık olacak ama maalesef böyle. Fakat benim dizide de çalışacağım insanları seçme gibi bir lüksüm var. Yani bu konuda seçici davranıyorum. Diziyi en az sinema kadar önemsiyorum çünkü dizi çok daha fazla izleniliyor.

 

Dizilerde şöhreti çabuk yakalayan gençler var.

 

Hepsi demesek de disiplinsiz bulduklarım oluyor. Bazen bundan oyuncu olmaz dediklerim çıkıyor tabii… Çok çabuk şöhret olma gibi bir durum da var. Bir diziyle milyonların tanıdığı insan haline geliyorsunuz. Bunun için çok yetenekli olmaya gerek yok yani… Ama işte ne kadar devam ettirebilecek. Oyunculuğu gerçekten ciddiye alıp meslek olarak sürdürenler de var onun dışında az önce söylediğim gibi oradan sadece kendine pay kapmaya çalışan kişiler de var. Şöhretli olmak çok güzel bir şey ama bunun çok sağlıklı olduğunu düşünmüyorum ben. Sezon şöhreti de diyebiliriz buna… Kalıcılığı beraberinde getirmiyor.

 

Benim size sormadığım Star okuyucularına söylemek istediğiniz bir şey var mı?

 

Bu ülkede okuma yazma oranı çok düşük… Bun çok üzülüyorum. Benim en çok sevdiğim şey yeni çıkan ürünleri almak. En son Halide diye bir kitap aldım çok beğendim. Mesela biz Halide’yi nasıl tanıyoruz? Atatürk’ün yanında Kurtuluş Savaşı’na kafayı takmış ve bir kadın olduğu için tabi o dönemden sıyrılmış iyi bir yazar. Sonradan dönmüş hoca olmuş. Bilinen bize söylenen Halide’nin dışında bir Halide var. Sadece ‘Onbaşı Halide’ diye geçilecek bir kadın değil. Ben çok yoksul bir ailenin kızıyım ama çok okuma meraklısı bir çocuk oldum. Alışverişten eve geldiğimde kasabın ya da manavın aldığım şeylere sardığı gazete parçalarını dikkatlice okurdum. Çünkü bizim evimize gazete girmezdi. Bir yere gittiğimde bulduğum şeyleri okurdum. Ama şimdi kafelerde bile gazeteler dergiler varken bunları okumayan bir gençlik var. Oyuncuların içinde de görüyorum. Sadece kendi haberleri çıktığında sette gazete görüyorum ellerinde. Bu ülkede maliye bakanının adını bilmeyip, bilmem kimin şarkısının kimin okuduğunu bilen bir nesil var bunları çok acı buluyorum. Okumalarını öneriyorum. Berk ilkokul 3’üncü sınıfa gidiyor çok şanslı bir anneyim. Hiç okula çağırılmayan bir anne oldum çok çalışkan bir oğlum var. Bir kere bir şey için gittiğimde öğretmeni “Çok okunan bir evden geliyor bu çocuk” dedi.

 

Serdar Akbıyık
1967 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Antropoloji Bölümü'nü bitirdi. Erol Simavi Vakfı Gazetecilik Bursu'nu kazanıp iki yıllık eğitimden sonra Hürriyet Gazetesi'nde istihbarat muhabiri olarak mesleğe başladı. 1992 yılında Hürriyet Yazıişleri'ne geçti. 1993'te Spor Gazetesi'ni kuran grupta yer aldı. 1996'da Hürriyet Yazıişleri'ne döndü. 1999'da Star Gazetesi kuruluşunda bulunmak için Hürriyet'ten ayrıldı. 2000-2001 yıllarında Almanya'da Star Gazetesi'ni çıkaran grupta Yazıişleri Müdürlüğü yaptı. 2002'de Türkiye'ye dönüp Star Grubu'na bağlı olan ve yeniden yayımlanan Hayat Dergisi'nde görev aldı. Hayat Dergisi'nde ve Star Gazetesi'nde sinema eleştirmenliği yaptı. 2004 yılında Star Gazetesi Yazıişleri Koordinatörlüğü görevine getirildi. Halen Star Gazetesi İnternet Yayın Müdürlüğü ve sinema eleştirmenliğini sürdürmektedir. Star Gazetesi, Kral Müzik Dergisi ve internette çıkardığı Cinedergi'de sinema yazıları yayımlanmaktadır. 2007 yılında "Türk Sineması'nı Yönetenler" adlı yönetmenlerle yaptığı röportajları kapsayan bir kitap çıkardı.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.