Fırat Sayıcı
Töre baskısından kurtulamayan Avrupa Türklerinin dramı…
Bilindiği üzere 1960’larda Türkler Avrupa’ya işçi olarak göç etmeye başladılar. Bir yandan Türkiye ile uzaktan yakından ilgisi olmayan memleketlere alışmaya çalışırken bir yandan da, geldikleri toprakları ve dillerini unutmamaya, en azından örf ve adetlerini sürdürmeye çalıştılar. Kimi zaman yaşadıkları ülkede ırkçı tavırlarla dışlandılar, istenmediler, gün geçtikçe de yaşadıkları coğrafyaya ayak uydurarak benimsendiler. Zamanında işçi olarak giden aileler artık 2. hatta 3. kuşak çocuklarını oralarda büyütmekteler. İşin acı veren tarafı ise, -halen Türkiye’nin büyük bir sorunu olan- bağnazlık ve törelerin insan hayatını kısıtlayan yaptırımlarının, Avrupa Türkleri arasında da süregelmesi.
İşte tam da bu konuya parmak basan Feo Aladağ, ilk uzun metraj çalışmasında, gerçekçi bir drama başarıyla atıyor imzasını. Filmin kısaca konusu şöyle… Aslen Almanya doğumlu olan Umay, Türkiye’de bir evlilik yapmıştır. İstanbul’da yaşadığı bunaltıcı ve zalim evliliğinden kaçarak Berlin’deki ailesinin yanına geri döner. Yanına küçük oğlu Cem’i de almıştır. Umudu ailesi ile birlikte daha iyi bir hayat yaşamaktır. Fakat Umay’ın bu beklenmedik dönüşü aile içinde büyük çatışmalara sebep olur. Birbirine bağlı bu küçük Türk ailesi Umay’a karşı duydukları sevgi ve yaşadıkları ortamın onların üzerindeki baskısı arasında kalmıştır. Aile küçük Cem’i babasına göndermeye karar verdiğinde Umay özgür ve oğlu ile birlikte yaşayacağı yeni bir hayat için kendini güçlü hisseder. Ancak ailesinin sevgisine olan ihtiyacı bu yeni hayatta onu birçok kez takılıp düşmek zorunda bırakacaktır. Sonunda da, Umay hiç beklemediği bir trajediyle adeta yıkılacaktır.
Hikayenin çatısı Umay üstüne kurulu. Bir o kadar da, Türk’lerin ‘El alem ne der?” korkusuyla sarıp sarmalanan töre baskısı üzerine… Bir taraf da kanıyla canıyla bir insan, bir tarafta ise, cehaletin yol açtığı bağnazlık… Almanya’da yaşayan Türk toplumunu ve de özellikle kadınlara uygulanan şiddet olaylarını iyi gözlemleyen Feo Aladağ, yarattığı sade karakterlere yüklediği gerçekçi yapıyla, seyirciyi yavaş yavaş sessizliğe gömüyor ve perdede gördüğü acı veren olayı irdelemeye zorluyor. Filmin gidişatında Umay’ın ailesinin yaşadığı ikilem ve kararsızlık seyirciye geçerken, finalde yaşanan acı sürpriz ise boğazları düğümlüyor. Filmin lokomotifi, büründüğü rolle hem alkışı hak eden hem de saygıdeğer ödüller kazanan Sibel Kekilli. Gözyaşlarını, başarılı bir oyunculuk kozu olarak kullanan Kekilli, artık Avrupa’da hatırı sayılır oyuncuların arasına girdi. Kekilli’ye hak ettiği değeri verirken filmin diğer oyuncularını da gözden kaçırmamak gerek. Umay’ın annesini canlandıran Derya Alabora ve kardeşlerini canlandıran tüm oyuncuların başarısı da göz dolduruyor. Ancak filmin olmazsa olmazı Settar Tanrıöğen. Türk sinemasında kalburüstü filmlerde rol almayı tercih eden usta oyuncu öyle bir baba imajı yaratıyor ki, seyirci bazı sahneler de onunla çabucak özdeşleşiyor, kimi sahnelerde ise istemeden de olsa ondan nefret ediyor. Üstelik karakterin adı da özenle seçilmiş; Kader…
Filmin başlarında apaydınlık olan evin içi, Umay’ın geleceği ile ilgili kararlar verilmeye başlanırken giderek kararmaya başlıyor. Düğüm noktasından itibaren yönetmen loş ve depresif bir aydınlatmayı tercih ediyor. Seyirciye bilinçaltından gerekli kodları yollayan bu tercih, final sahnesinde de bulutlu havada bir dış çekim yapmayı öngörüyor. Yeri gelmişken belirtelim; final sahnesinde gerçekleşen beklenmedik talihsizlik, film boyunca gerilen, sinirleri bozulan seyirciyi iyice alt üst ediyor. Kimileri bu sonun fazla abartılı olduğunu düşüne dursun, bu final maalesef ki, geleneksel baskıların yol açtığı acıların kuşaklar boyu süreceğinin bir göstergesi.
Son tahlilde; Türklerin üzerinde yüzyıllardır, gerek genetik, gerekse çevresel kodlarla kurulmuş töre baskısının Avrupa’nın beşiğinde bile azalmadığını kapsamlı bir şekilde yansıtması, sırf mutsuz olduğu için kocasından boşanmak isteyen Umay için verilen aile hükmünü duygu sömürüsüne kaçmadan anlatması ve de rollerini özümsemiş oyuncuların yarattığı güçlü karakterlerle, “Ayrılık” ince bir ruh haliyle işlenmiş, gerçekçi bir dramdır.