Seray Şahin

Bir gün bir film seyrettim ve hayatım değişmedi… Ama yoğun bir tanıdıklık duygusunun içine düştüm: Muriel Barbery’nin “L’Elégance du Hérrison” “Kirpinin Zarafeti” adlı romanından uyarlanan “Le Herrison”- (“Kirpi”- Film adı Türkçeleştirirken, biraz metafor düşmanlığı yapılmış,) “Yaşamaya Değer” adlı filmden bahsediyorum. Yönetmenliğini ve senaristliğini Mona Achache’nin yaptığı film, Paris’te yaşayan varlıklı bir ailenin kızı olan 11 yaşındaki Paloma’nın, hayatı ve çevresini sorgulama sürecini anlatıyor.   Paloma, arayışını evdeki kamerayla çektiği filme aktarıyor; kahramanın öznel gözüyle, film yönetmeninin tanrı gözünü eş zamanlı olarak gördüğümüz ustalıklı bir çatı inşa edilmiş. Baştan söyleyelim, Paloma, had safhada zeki ve iç dünyası oldukça zengin bir kız; kendi filmine başlama sebebini şöyle anlatıyor:

“Bütün bu şans ve berekete rağmen farkındayım ki gittiğim yolun sonu bir akvaryum, öyle bir dünya ki bütün yetişkinler araba camına çarpan sinekler gibi. Bu akvaryum, bana göre değil, kararımı verdim. Bu senemi doldurduğumda, 12. yaş günümde, 16 Haziran’da, tam 165 gün sonra kendimi öldüreceğim. Kendimi öldürmem, bunu çürüyen bir sebze gibi yapacağım anlamına gelmiyor. Öldüğünüzde önemli olan, ölümün kendisi değil, o anda ne yaptığınız. Taniguchi’nin mangasında, kahramanlar Everest’e tırmanırken ölmüşlerdi. Benim Everest’im de işte bu: Bir film yapmak, hayatın neden saçma olduğunu anlatan bir film… Başkalarının ve bizim hayatımızın. Eğer hiçbir şeyin anlamı yoksa bununla başa çıkmanın bir yolu olmalı…”

 

Paloma; sosyal sınıf kavramının farkında, ikamet ettikleri apartmanı “zenginlerin yaşadığı bir apartman” olarak tanımlıyor: “Ailem zengin, dolayısıyla ablam ve ben de zenginiz”… Annesinin hayat algısını “Evin kedisi dışarı çıkmasın, kapıcı içeri girmesin” olarak tercüme ediyor. “Mazoşizm konusunda dinlerle yarışabilecek tek rakip herhalde psikanalizdir” cümlesini bir avazda kurabiliyor. (Hala 11 yaşında!) Psikanaliste giderek geçirdiği 10. yılı şampanya patlatarak kutlamaya hazırlanan annesi, kabine değişikliğine kurban bir bakan olan babası ve annesinden az nevrotik babasından çok zeki olmayı hayat amacı haline getiren ablasını kapsayan, seçmediği bir ailenin onaylamadığı algısı içinde yaşamaktadır. Ama ölüm sürecini kendi seçmek ister.

 

Film, genel olarak Paloma’nın oldukça keyifli(!) intihar günlüğü aksında akıyor. Zira kızımızın, kamerasıyla çevresindekilerin sığlığını ve içinde yüzdükleri halde fark etmedikleri ironik halleri belgelemeden ölmeye niyeti yok. “Yaşamaya Değer”de ana aksa paralel olarak komşuların hayat hikâyeleri de ustalıkla örülmüş. Paloma’nın kamerası ve baktığını didik didik eden gözlerinden tüm apartman sakinleri nasibini alıyor.

 

Apartman sakinleri içinde, “sakinlik” lafının gerçek manada hakkını veren, apartmanda yaşayan diğer kişilere göre konumunu “komşu” değil yalnızca “kapıcı” olarak nitelendiren Renée’nin hikayesi, Paloma’nınkiyle paralel işlenmiş. 54 yaşındaki Renée 27 yıldır bu apartmanda kapıcılık yapmaktadır. Kendini, “Dul, kısa boylu ve şişman” olarak tanımlıyor. Sınırlarını kabullendiği hayatını, el alışkanlıklarına göre yaşıyor.

 

Hikaye, “bu hayat yaşamaya yahut ölmeye değer mi?”den ziyade, kendine ait bir dünyası olmak üzerine kurulmuş. Renée’nin de Paloma’nın da durumunda, Adam Mickievicz’in “huzuru evinde bulamamıştı çünkü evinde huzur yoktu” dizelerini çağrıştıran bir yan var.

Paloma ve Renée birbirlerini kendine ait bir odası olmakla övüyor. İkisi de insanlardan gizledikleri birer evren kurarak kendilerine nefes alanı yaratmaya çalışıyor ve insanların gizli dünyalarına girmeye çalışmalarından şikâyetçi. Paloma’nın odası, günlük tutar gibi duvarlara kendi süreçlerini bezediği resimleri, kasetleri, kitaplarıyla adeta bir evren. Renée ise, evinin arka odasında herkesten gizlediği rafları tıka basa kitap dolu bir okuma odası oluşturmuş, ancak oraya kapandığında kendini iyi hissediyor. Şimdiye kadar fark edileceği üzere, Wirginia Woolf’un “Kendine ait bir oda” şiarının altı sıkça çizilmiş- sırf bu bile benim için filmi makbul kılmaya yeterli.   “Yaşamaya Değer”de, sığınak yaratmak, bir hayat yaratmakla eş değer bulunuyor.

 

Paloma, çocuk olmasının ve ailesinin sosyal statüsünün de verdiği imkanlarla bir sığınağı olduğunun altını çizip, küçük yaşta iç zenginliği ve kulak dolgunluğuyla edindiği hikmetleri her fırsatta etrafına saçarken; Renée, insanların kafasındaki “kapıcı” profiline uymazsa işini kaybedeceği endişesiyle kendini de bir sığınağı olduğu bilgisini de saklıyor: “İnsanlar beni sevmez ama bana katlanırlar, çünkü onların gözünde tipik bir kapıcı örneğiyim. Çirkin, şişman, asık suratlı, kedisi fasulye kokusu sinmiş koltuklarda uyuklarken kendisi de televizyon izlediği koltuğa yapışmış halde pinekleyen bir kapıcı.”

 

Paloma’nın meraklı eli Renée’nin evindeki sığınak kapısının kulpunu indiriyor ve Paloma o güne kadar sadece kapıcıları olarak gördüğü Renee’nin, kitaplardan oluşturduğu dünyasına giriyor… Ardından hem Paloma’nın hem Renée’nin hayatı, apartmana yeni taşınan Japon iş adamı Kakuro Ozu’yla tanışmalarıyla değişiyor.

 

Yeni komşu Kakuro Ozu, Japon sinemasından Rus edebiyatına pek çok alanda geniş bir birikimi olan Renée’nin kapısını çalıyor, aralarında ikisinin de hayran olduğu Tolstoy üzerine, küçük bir diyalog geçiyor, Kakuro Ozu, Renee’yi ilk bakışta keşfediyor ve aşka meyilli bir arkadaşlık başlıyor…

 

Kakuro ve Paloma, Renee’yi kendi yöntemleriyle araştırıyor. Paloma Kakuro Azu’ya Renée’de bir kirpinin zarafeti olduğunu söylüyor: dışardan dikenlerle zırhlı, tam bir kale, ama içinde kirpiler kadar doğrudan bir rafinelik var. Onlar haksız yere duyarsız, uyuşuk görülen, şiddetle yalnız ve korkunç bir şekilde zarif hayvanlar….

 

Bu bir, “bir film seyrettim ve hayatım değişti” filmi değil, ama insanı yoğun bir tanıdıklık duygusuna çağırıyor, kahramanlarla özdeşlik kurma alanında oldukça davetkar. “Yaşamaya Değer”, empati tohumlarını (özellikle kadı seyirciyle) bol bereket savurmuş. İnsan Paloma’yı görünce “aynı benim çocukluğum!” demeden edemiyor, aynı bizim çocukluğumuz değildir muhtemelen. Ama beşer, şaşar, kendini kayırır … 11 yaşında dünyayı akıllara zarar bir analitik algıyla didikleyen Paloma, seyrederken insanda geçmişini restore ederek; hayat ve sınıf kavramı konusunda daha o yaşında oldukça parlak saptamaları olan bu kızla hemen tanıdık olma isteği yaratıyor: Bu kızı bir yerlerden, mümkünse kendi çocukluğundan hatırlama isteği, evet dünya adil bir yer değil ama, ben bunu “zaten” daha çocukken anlamıştım deme dürtüsü: Büyüyüp dünyayı kurtaramadık, bari çocukluğumuzu elden geçirip hayatı ta o zamandan anlamış olalım! (mı?)

 

Renée’ye gelince, umut kıvılcımlarının harlanarak olimpiyat meşalesine dönüştüğü nokta burası:Kapıcı dairesinin, dar kanatları boşlukta pek ferah açılan kapısı, seyircinin de içine su serpiyor. Film, Renée aksında bir aşamadan sonra finaline kadar diyor ki: ey kadınlar, yalnız, asosyal, çirkin ve şişman olabilirsiniz. Bazı sabahlar uyandığınızda nefesiniz bir mamutunki gibi kokabilir. Sosyal statünüz saygı görmenizi sağlamayabilir, belki yıllarca önemsiz biri olarak addedilip etrafınızdakilerce fark edilmediniz. Amaaa… Eğer kendi dünyanız varsa, bir gün kapınızı, Hem Tolstoy’a hakim hem sizin için yemek yapacak, hem film kültürü yüksek, hem sosyal statüyü önemsemeyen, hem sizi anlamaya çalışan hem huysuzluklarınızı tolere edecek bir adam çalabilir. Bkz: Kakuro Ozu. Hayallerdeki sevgilinin kapınızı çalması an meselesi… Şıklığının altını çizmeyecek kadar zarif bir adam bu üstelik. Onunla, ne olmak isterseniz o olabilirsiniz. Adam hem paltonuzu tutuyor, hem tuvalette Mozart dinliyor. Üstelik şık bir sofrada şöpürdeterek yemek yiyecek kadar da rahat ediyorsunuz yanında….

 

Eee, ne demişler, sinema bir mucizedir, aslında sinemanın vaad ettiği bir mucizedir. Filmin sonuna doğru filmden katharsise ulaşmış, bütün duygularım sağılmış olarak çıkacağım hissine kapılıp içimden söylenmeye başladım: Sinemada geçirdiğim iki mutlu saatin bedelini; filmden çıktığımda, sokakta akan hayatın ot gibi gelmesi olarak ödediğim çok film izlemiştim. Çok şükür, senarist ahlaklı davranmış, bir son dakika golüyle seyircinin ayağını boşa düşürmüş; “…ve sonsuza kadar mutlu yaşamışlar” cümlesini kurmaktan geri durmuş.

 

Senaryoda en sağlam çizilen karakterler Renée ve Paloma. Paloma’nın burjuva aile bireyleri ise ince nüanslarla fakat fazla detaya girilmeden biraz tipleme bazında yansıtılmış. Sınıf kavramını iğneli bir dille sorgulayan filmde elleri dize vurdurtacak kahkahalar atmıyoruz ama çok keskin bir mizah duygusu var. Ayrıca Paloma’nın hayal dünyası verilirken kullanılan illüstrasyonlar çok etkileyici.

 

Filmde Josiane Balasko, Garance Le Guillermic, Togo Igawa, Anne Brochet, Ariane Ascaride, Wladimir Yordanoff ve Sarah Lepicard’ın rol alıyor. “Yaşamaya Değer”,

mümkün mertebe kafa karıştırıyor, soru soruyor, umut veriyor, türlü çözümler öneriyor ama mutlak mutlu son vaadi verip seyirciyi kandırmıyor: gerçekçi, hayalperest ve ahlaklı. Velhasılkelam; izlenmeye değer…

 

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.