Zeynep Bonçe

Yerli dizilerde geçmişe oranla bir gerileme mi, ilerleme mi olduğu, benim kafamı oldukça kurcalayan bir konu. Tam görsel olarak, teknik olarak ilerliyoruz derken, öyle ilkelliklerle karşılaşıyoruz ki, bu güzellikler bütün anlamını yitiriyor. Zamanında ülkemiz dizilerinden takip ettiklerim geliyor aklıma sonra. “Şehnaz Tango”, “Nasıl Evde Kaldım”, “Yeditepe İstanbul”, “7 Numara”, “Kaygısızlar”… O zaman, bir aralar şu an ekranlardakilere nazaran çok daha kaliteli işler yapılmış olduğunu fark ediyorum.

Birkaç dizi senaristine de yönelttiğim ve birçok izleyicinin de aklından geçtiğine emin olduğum bir soru var. “Neden bu senaryolar, beş yaşında çocuk zekasına göre yazılıyor?” İzleyiciyi bu kadar aptal yerine koymanın, doldurgaç olarak kahramanımızın kuaföre gidişini, diş fırçalayışını, kıyafet seçimini uzun uzun anlatmanın, manasız bir şekilde bir saat süren özetlerin kime, ne faydası var? Aldığım cevabın beni üzdüğünü belirtmem gerek. Türk izleyici kitlesinde dikkatli izleyiciler, sıkı takipçiler olmamasından kelli, senaristler seyircinin çay koymaya, meyve soymaya ya da masa toplamaya gidiş anları için planlı olarak o sahneleri koyuyorlarmış. Burada izleyici kitlesinin kadınlar olarak belirlendiği de aşikar tabi. Bu bilgi ne kadar doğrudur bilmiyorum ama senaristlerin ve yapımcıların gözden kaçırdığı bir nokta var. Siz, 3 saatlik dizilerin 2,5 saatini gereksiz ayrıntılarla doldurursanız, elbette gider izleyici. O arada evini bile temizleyebilir. Televizyonlar bu konuda çıtayı yükseltmedikçe, izleyici daha da tembelleşecek, kanallar sadece reality show’lar ve içi boş hikayelerle dolup taşacaktır.

Aslında bu dizilerin ederi 45 dakikadır. Bunu dünyadaki diğer örneklerinden biliyoruz. O 45 dakikayı özetinde bile bir saate kadar uzatmak ise ayrı bir başarı aslında. Bunu da kabul etmek gerek. Ama yine de konusuz, absürde yakın bir komedi dizisinin bile özetinin bu kadar uzun olmasına anlam vermek mümkün değil. Eğer televizyon başındaysam, şahsıma yapılan bir hakaret olarak algıladığım bu sisteme ve günde bir dizi için üç saatimizi çalan bu yapımlara bir son verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Üç saatlik film bile çok azken, kimse tek bir hikayenin ufacık bir bölümü için bu kadar vakti çöpe atmamalı.

 

Kötü bir televizyon izleyicisi olmaktan, iyi bir kitap okuru olmaya…

Peki sadece sürelerinde mi sorun var dizilerimizin? Hayır. Eksileri de, artıları da bir yazıya sığmayacak kadar fazla günümüz yerli dizilerinin. Özellikle genel kanı, klasik roman uyarlamalarının illallah dedirttiği yönünde. Ben çok da katılmıyorum bu eleştiriye. Dünyanın her yerinde reytingleri iyi bir yapım varsa, benzerleri vakit kaybedilmeden piyasaya sürülür. Bizde de roman uyarlamaları bir dönem başlattı. Elbette bunun sonu gelecektir. Ayrıca eline kitap almamış seyirciye, o kitapları bir nebze olsun okutmayı başardıysa bu diziler, bu da bu yapımların artısıdır. Belli mi olur? O izleyici, Türk edebiyatının güzelliklerini bu şekilde keşfedip, kötü bir televizyon izleyicisi olmaktan, iyi bir kitap okuru olmaya terfi edebilir bile. Fazla optimist bu bakış açısı, benim bu dizilere diğerlerine nazaran daha sıcak bakmamı sağlıyor.

Roman uyarlaması diziler hakkındaki diğer bir eleştiri de bu dizilerin orijinal hikayeye sadık kalmamaları, hatta romanın geçtiği zaman dilimini (Hanımın Çiftliği hariç) günümüze çevirmeleri ile ilgili. Oysaki, romanlardan uyarlanan dizilerin, senaristin ve yapımcının isteği doğrultusunda değiştirilmesi dünyada da sık rastlanılan bir durum. Günümüz roman uyarlamalarından “Dexter” ve “True Blood”a bakabiliriz örnek için. Uyarlandıkları kitaplara nispeten sadık kalarak başlayan senaryoları, bambaşka bir yola girdi ilerleyen sezonlarda. Bunun birinci sebebinin, yapımcıların bir kitapla bilmem kaç sezon dizi çekmek yerine, başlangıç noktası olarak o kitabı almaları ve diziyi uzatmak için aralara bomboş sahneler koymak yerine senaryoyu geliştirme yolunu seçmeleridir. İkinci sebebinin ise bilinen bir hikayenin merak uyandırmayacağı gerçeğinden yola çıkarak, izleyiciyi her an tetikte tutmaya çalışmaları olduğunu görebiliriz. Bu bağlamda iddia ediyorum ki, şu an ekranlardaki birçok dizi aslında 45’er dakikalık mini dizi olmaktan ileri gidemeyecek içeriğe sahiptir.

Uyarlamanın sınırı nerede?

Romanın geçtiği zamanın da değiştirilmesine yapılan eleştiriye gelince… Bu uyarlamaların ne kadar uç noktalara kadar gidebileceğine örnek olarak, BBC’nin “Lost in Austen” isimli dizisini verebiliriz. Dizide günümüz zaman diliminden Jane Austen hayranı bir kız, kendini “Aşk ve Gurur”un kurgu dünyasında buluyordu. Kitabın karakterlerini alıp, esinlenilmesi dışında orijinal Aşk ve Gurur’la elbette alakası olmayan bu fantastik dizi, bence uyarlamalarda senaristin önünün ne kadar açık olduğunu kanıtlar nitelikte. Zira aynı Aşk ve Gurur’un hikayesinin içine zombilerin katıldığı, oldukça güzel bir de roman uyarlaması bulunmakta. Edebiyatta bile klasik roman “tacizi” varsa, dizilerde hayli hayli olabilir.

Roman uyarlamaları her şeye rağmen bir süreçtir. Mesela bu türde en yeni dizi olan “Samanyolu”nun rakipleri kadar takip edilmemesinin ardında, romandan olma dizi açlığımızın yavaş yavaş geçmeye başlaması bile yatıyor olabilir.

Yanlış oyuncu seçimleri

Bu dizilerin kanımca en büyük eksiklerinden biri de oyuncu seçimleri. Birçok izleyici, “Aşk-ı Memnu”daki Beren Saat’in, “Samanyolu”ndaki Vildan Atasever’in, “Aşk ve Ceza”daki Nurgül Yeşilçay’ın yanlış seçimler olduğunu söyleyecektir. Bunun altında oyunculukları değil, ya oynadıkları karaktere en başta fiziksel olarak uygun olmayışları ya da başroldeki erkek oyuncu ile olan uyumsuzlukları yatıyor. Örnek vermem gerekirse, senaristin git gide daha da fettan bir “femme fatale” karakteri olarak çizdiği Bihter’in, topuklu giymemesi ya da giydiğinde yürümeyi becerememesi ufak bir ayrıntı gibi görünse de, bence karakterin gerçekliğine darbe vuran bir unsurdur. Aşk-ı Memnu’da daha kadınsı, Aşk ve Ceza’da daha genç gösteren, Samanyolu’nda da daha olgun gösteren oyuncular seçilmeliydi. Ayrıca aşk hikayelerinde başroldeki kadın ve erkek oyuncu arasında gerçekçi bir uyum, bir elektrik olmalı. Ama maalesef, yayıncılar “Kimi oynatsak çok tutar?” gibi bir soruyla yola çıkıyorlar gibi görünüyor. Bu da yapıma yarar sağlayacağına, zarar veriyor. Kısa vadeli işler çıkıyor ortaya.

Öte yandan yine kitabından farklı olsa da, (ki dediğim gibi, bence bu bir sorun teşkil etmez) Hanımın Çiftliği, gerek kastıyla, gerekse görselleri ve sanat yönetmenliği ile benzerlerinden ayrılıyor. Özellikle, Muzaffer Bey’in öldürüldüğü bölümden önce yayınlanan, dizi görüntülerinden değil de, gazete haberlerinden, bir tabancadan ve bir silah sesinden konuyu anlatan fragman, bu ülkede iyi işler yapılmaya başlandığının, izleyiciyi bir adım ileriye götürebilecek insanların da televizyon dünyasında çalıştığının müjdecisi gibiydi. Dünya dizilerinin fragman mantığını benimseyen bu kısacık ama derdini net bir şekilde anlatan fragman sayesinde, Türk televizyon yapımlarına olan inancım tazelendi.

Bu uyarlamalar arasında “Küçük Kadınlar” ve “Yaprak Dökümü” gibi elindeki iğneyi izleyiciye batırıp batırıp ağlatmak için çırpınanlar da var ki, duygu sömürüsünün sınırlarını zorlayan bu diziler, televizyonun bir eğlence aracı olduğunu unutturacak düzeyde olduğu için üzerinde durmuyorum. Konuşulmaya değer olan diğer dizileri ise bir sonraki sayıda yer irdeleyeceğiz.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.