Banu Bozdemir

Onur Saylak sinemaya çok güzel bir filmle adım atan şanslı oyunculardan… Özcan Alper imzalı Sonbahar izleyen herkesin hayatına farklı bir tat kattı, sinemasal hazları arttırdı. Sinema ve dizi oyunculuğunu beraber yürütmek zorunda olduğunu söyleyen, Ankara’dan İstanbul’a gelen, sektöre ısınan Saylak’la yeni filmi Denizden Gelen’i ve her geçen gün ivme kazanan yeni sinema hareketini konuştuk…

Seni oyunculuğa kademe kademe yaklaştıran şey ne oldu?
Önce ODTÜ, aydınlanma çağı. Fizik güzeldi ama sonra bünye kabul etmemeye başladı. Bitirince ne yapacağım diye düşündüm. Sonra Kamu Yönetimi’ni kazandım. Orada da her şey iy gidiyordu ama bir süre sonra yine aynı şey oldu. Sıkıldım ve tiyatro topluluğuna üye oldum…
Yani çocukluktan gelen bir tiyatro merakı ve içgüdüsü yok yani sende?
Ben utangaç adamın tekiydim. Hiç öyle bir durumum yoktu. Sonra oradaki arkadaşları çok sevdim. İkinci sene bir oyun yapıldı. Ne olduysa ondan sonra oldu. Hocalar ve arkadaşlar sen yapabilirsin dediler. Benim de aklıma yatmaya başladı. Devlet Tiyatrosu’na gittim ben oynamak istiyorum diye. Onlar da ne alaka, sen oynayamazsın dediler. O sırada tesadüf Ghetto diye bir oyun yapılıyordu. Orada çalışmaya başladım. Bir cesaret 25 yaşında girdim. Sonra da bunlar oldu işte.
Bunlar derken…
Ghetto oyunu altı yıl sürdü. TRT’de kültür sanat programı sunuyordum, okula gidiyorum, bir yandan da oyuna. Ankara’da sadece TRT’nin dizileri var. Bitti İstanbul’a geldim. Sonra Kod Adı diye bir dizide oynadım. Sonbahar, Asi, Denizden Gelen, Gönülçelen…
Ankara’dan, İzmir’den İstanbul’a gelmeyince bu meslak yapılamıyor değil mi?
İstanbul matah bir yer olduğu için değil, sektör burada. Bir kere burada olmak gerekiyor. İnsanlar eminim ki yaşadıkları şehirde kalmak isterler ama… Ben de Ankara’da kalmak isterdim. Devlet Tiyatrosu 2005’den beri sınav açmıyor. Tek yer burası. Bu da tuhaf bir ikilem. Sonra buraya geliyorsun burada duvara çarpıyorsun. İnsan ilişkileri ve psikomatiği değişik. Okullu olup olmamak hiç önemli değil. Ben 30 yaşımdaydım geldiğimde. Çocuk da değilim, çok zor anlar yaşadım diyebilirim.
Sonra Sonbahar geldi ve hepimiz için kurtuluş gibi bir şey oldu
Valla bizim için çok daha farklı bir şey oldu. Ankara’da benim bir camiam vardı, politika vs. konuştuğumuz. İstanbul’da dizi camiası pek öyle değil maalesef. Ben hep şöyle dedim, vardır İstanbul’da böyle insanlar ben tanımıyorum. Derken, Özcan’la (Alper) çarpıştık, iyiki de çarpıştık. Çok mutluyuz o yüzden. Özcan’ın üçüncü filminde oynuyacağım, senaryosu hazır. Sadece şu kadarını söyleyeyim yazın Rusça derslerine başlayacağım bu film için.
Gelelim Denizden Gelen’e. Nasıl oldu Denizden Gelen’le buluşman?
Sonbahar’dan sonra doğal olarak teklifler gelmeye başladı. Bir kısmı benzer nitelikli rollerdi. Yalnız, ıssız bir adam. Çok da öyle bir şey yapmak istemedim. Sonra Denizden Gelen geldi. Yusuf’la çok zıt bir karakterdi. En başta polis adam, bana çok cazip geldi. Nesli Çölgeçen’in çekiyor olması ikinci cezbeden şey oldu. Konuda çok bakirdi. Türkiye’de böyle bir konu daha önce işlenmedi yanlış bilmiyorsam. Kaçak göçmen sorununu araştırınca insan daha fazla şey öğreniyor.
Karakterin polis olmasının ve sonra polislikten men edilmesinin sendeki cazip yönü ne oldu?
Kasabalı olma durumundan kaynaklı. Aslında Halil polis olmak istemiyor. Ama ne olacağını bilmiyor. Ne eğitimi, ne bulunduğu sosyal çevre buna elvermediği için. Babasının baskısı yüzünden oluyor. Aslında adamın iç dünyası farklı. Başka biri olabilirmiş. Bütün öfkesi bu yüzden. Ayrıca bir de bunun üstüne katil oluyor. Kasabalı olma hali ve istemediğim bir şeyi yaşadığım için bu hal bana çok paralel geldi.
Göçmenlere karşı önce önyargılısın ilk başta…
Evet şöyle yani, onlar yüzünden başının belaya girdiğini düşünüyor. Eğer o adamı vurmasaydı göreve devam edecekti, belki bir kız bulup evlenecekti. Babasının hayalini yaşayacaktı. Ama o siyahi genci vurduğu için onları sorumlu tutuyor.
Oradaki polislerlerle konuşma imkanınız oldu mu? Onlar nasıl bakıyor bu meseleye?
Onlar için bela bu durum. TC yasalarına göre bir şey yapamıyorlar. Ne tutukluyorlar ne de başka bir şey. Alıp gönderiyorlar. Ama şöyle bir şey var. Adam kaçıp Türkiye’de yaşamaya devam ederse bir şey yapamıyorlar. Adamlar için ekstra bir dert bu. Biz Dalyan’da çekimdeyken üç tane böyle olay oldu. Bildiğin denizden insanları çıkarıyorlar. Dil bilmiyorlar. Uçağa bindirene kadar onunla ilgilenmek zorunda. Zaten kaçabilirse iyi, ondan sonrası Yunan polisine ait.
Ama tabii insanların bu yolculuğa başlamaları da çok büyük cesaret… Onların nelerin beklediğini bilmiyorlar bile….
Yaşadığın bir yerden bilinmeye gidiyorsun. Gittiğin yer neresi? İngiltere, Almanya ve Fransa. Yani sömürünün ana ülkeleri. Zamanında onları sömürüp ülkeler kuran insanların kucağına bırakıyorlar kendilerini. Nasıl bir ironi bu ya. Orada da alt kademelerde çalışıyorlar. Ama en azından karnım doyuyor diye düşünüyorlar.
Film göçmen sorununa mı yoksa küçük bir çocukla bir adamın sıradışı ilişkisine mi odaklı sence?
Önyargılar üzerine bir film aslında. Halil’in diğer siyahi insanlara önyargısı, kasabanın Halil’e önyargısı. Onu bir kahraman gibi görüp onu yüceltmeye çalışıyorlar. Halil’in babaya, babanın Halil’e. İşte bütün önyargıları kapsayan bir film. Bu iddialı bir söylem. Bunu kaçak bir göçmen hikayesi üzerinden yapmaya çalıştık. Asıl hikaye çocukla adamın hikayesi, arka fonda göçmen hikayesi var.
Bir de Yaren’n hikayesi ve öfkesi var ayrı bir yerde?
Boşanmış bir kadın olarak yaşama sendromu. Yolda bir adam rahatlıkla rahatsız edebiliyor, sarkıyor. Üç sene boyunca kocası onu aldatmış vs.. Bir de çocuğun öfkesi var tabii. Benim annem ve babam nerde diye sorup duruyor.
Güzel bir buluşma olmuş o zaman. Bu filmden, filmi izleyince bir oyuncu olarak nasıl etkilendin?
Oyuncu sete ilk başladığında balık gibi oluyor. Bir role ısınmak, devamlılığı sağlamak. Performanslar olarak daha iyisi tabii olabilirmiş. Ama burada şöyle etkenler sözkonusu. Ahu Türkpençe biz çekime başladıktan sonra dahil oldu. Benim çekime beş gün kala senaryo elime geldi. Biz elimizden geldiğince yönetmenimizle birlikte karakterleri gerçekçi kılmaya çalıştık. Ama eksikleri tabii var. Ben bir de kendimi feci eleştiren bir adamım. Ben Sonbahar’ı da ilk izlediğimde neler neler dedim kendime. Şimdi de diyorum. Belirli bir çizgi yakalanmış. Nedeni niçini seyircinin algıladığını zannediyorum.
İlla sinema oyunculuğu diye dayatmıyorsun, dizilerde de rol alıyorsun…
Aslında dayatıyorum. Ama maddi koşullar buna imkan vermiyor. Şimdi bir film yapıyorsunuz, yönetmenler için söylüyorum. İkinciyi yapıp yapamayacakları meçhul. Tamamen maddi kaynaklı, yoksa azim, fikir ve istek var. Bu oyuncu için de geçerli. Bana Sonbahar’dan sonra nasıl dizide oynarsın diyorlar. Ben de ‘bana kiramı verin, oynamayacağım’ diyorum. Dizide oynuyorum, önemsemiyorum durumu da yok. Sonuçta o da bir iş. Dürüstçe, namusluca, hak ettiği mertebede işini yaptığı müddetçe dizi olacak hayatımızda… Bir dizi yapıp, birkaç sene bir şey yapmadan belki bir sinema filminde oynama durumu yaratmaya çalışmak. Dizi yapınca gerçekten hayattan kopuyorsun, beslenemiyorsun. Sanatsal bir üretim yok dizide, bir zanaat var. Yüz sayfa beş gün. Bu kadar basit. Ve haftaya bir daha var.
Gönülçelen’den memnun musun?
Evet çünkü çok iyi bir ekip var. Yönetmenimiz çok ılımlı. Oyuncuları tanıyorum, ucundan kıyısından sinemaya bulaşmış insanlar hepsi. Sette rahatım, keyifli geçiyor en azından.
Yeni bir sinema hareketi oluştu, artık daha fazla film çekiliyor, denemeler arttı, ödüller arttı. Bu gidişat konusunda düşüncelerin?
Bir sinema kültürü ve dili oluşturmaya yarıyor. Eskiden İran ve Arjantin sineması konuşulurdu uluslararası festivallerde. Şimdi Türk sinemasından konuşuyorlar. Genç bir kuşak var ki her sene yenileri ekleniyor. Çünkü artık insanlar ilk filmlerini yapmaktan korkmuyor. Özgün konulara el atmaktan korkmuyor. Bağımsız olmekten ve gişe kaygısından korkmamaya başladılar. Doğru bir iş yapılırsa her şeye yansıyor bir süre sonra. Seyircide buna alışıyor. Tırnak içinde söylüyorum rekabet arttı. Uzak İhtimal’de Nadir’i (Sarıbacak), Bornova Bornova’da Öner’i izleyince hoşuma gidiyor, değişik oynamış diyorum. Bir de üst kuşak var, Altın Ayı alabiliyoruz, Cannes’da, San Sebastian’da ödül alabiliyoruz. Onlar bir alt kuşağa ilham verdiler. Şimdikilerde özgünlük ve bağımsızlık verdi. Bir de yaşadığın toprakları benimsemek. Türkiye’yi nasıl tanımlarsın ki? Kürdü, Ermenisi, Lazı, Arnavut’u var. Yani bin tane konu var. Denizden Gelen, bir siyahi çocuk bir adam. Var işte böyle bir konu. O yüzden biz şaşırtacak, bu da vardı dedirtecek filmler artacak da artacak… Sayısal olarak artması iyi bir şey ama içeriğinde iyi olması lazım. Ben aklımda bir kare var diyen yönetmenlerden korkarım. Önce fikir olmalı, kareyi oraya yerleştir.
Art House filmlerin dışında Türk sinemasını tanımlamak gerekirse hangi tür öne çıkıyor sence?
Son zamanlarda komedi ve korku olarak tanımlayabiliriz. Bazı insanlar ticari bakıyorlar, para kazanmak için. Bu da çok doğal bir şey. Benim o filmlerle ilgili tek eleştirim şu. İçeriği bir yana bırak, sinematografisini en azından belli bir düzeyde tutturabilirler. Peter Sellers diye bir adam var, o da komedi yapıyor ve hepimiz gülmekten kırılıyoruz. Çok özel bir adam sonuçta o adam. Eyvah Eyvah, Vavien sanırım bu çizgilerde biraz. Komedyen daha zekidir, kafası çalışan adamdır. Eminim ki onlarda kendilerini eleştiriyordur. Bu örneklerde arttığı için onlar da daha iyiye gidecek.
Komedi oynamak ister misin?
İsterim de oynatmıyorlar beni. Komik olmadığımdan değil. Benim hocalarım her oyuncu her şeyi oynar diye bir şey yok derlerdi. Her oyuncunun çok çok iyi olduğu bir alan var derlerdi. Ben acı ve kahır içinde adamları oynadım hep okulda da. Şimdi Gönülçelen’de biraz farklı biriyim. Kurnaz, bencil ve para düşkünü bir adam. Komedi değil ama daha hareketli bir adam en azından. Ama isterim komedi oynamak. Denizden Gelen’de bir iki yerde güldüm kendime. Hoşuma gitti yani. Sonuçta hayattan notlar almak lazım. Uyuyan, yürüyen, bağıran insanları not alırım, gözlemlerim.
Sonuçta okul bittikten sonra oyunculuğun eğitimini de hayatın içine yaymak gerekiyor sanırım…
Eğitimde bir karakteri nasıl yorumlayabilirsin, nerelerden beslenebilirsin onu gösteriyorlar. Her oyuncunun da kendine göre yöntemi vardır ve birbirine benzemez. Bunun içinde gözlem, hayat birikimi, okuma ve izleme var.
Komedi dışında oynamak istediğin başka karakterler var mı?
Var hem de iki tane. Biri gay. Bir derdi tasası olan ama, radikal biri. Bir de kötü adam oynamak istiyorum. Ang Lee’nin filmi var ya gay kovboylar. Zaten biz de öyle bir şey yazılsa yer yerinden oynar. Ya da Leon’daki Gary Oldman’ın rolü… Bayılıyorum, öyle bir şey istiyorum işte. Bir de Daniel Day Lewis hastasıyım, onun değişkenliğine hayranım. Yine benim şöyle bir tesbitim var bana kızabilirler ama… En iyi oyuncu ödülleri son yıllarda en iyi karaktere gidiyor. Şimdi Sonbahar’daki Yusuf iyi yazılmış bir karakter. Onu oynamak hem zordu hem de bütün bir süreci bildiğin için kolay. İyi yazılmış karakterleri oynamak çok zevkli. Türk sinemasında öyle karakterler o kadar az ki! Üç Maymun’da Hatice Aslan ve Ahmet Rıfat Şungar’ın rolleri özenerek yazılmış roller. O yüzden performans demiyorum ama rakip rollerin doğal olarak üstüne çıkıyorsun. Bal’ı izledim. Ben jüri olsam Bora Atlaş’a ödül veririm, müthiş çünkü. İyi niyetli bakmak gerek bence. Yurt dışında ya da yurt içinde ödül kazanan filmlere ve karakterlere önyargılı olmamak lazım. Kötü niyetli rekabet sektöre zarar verir. Her oyuncunun her performansı muhteşem olmaz, yönetmeninde. Biz iyileri hatırlarız. Önemli olan da bu. Sonbahar’ın baskısını yaşattılar bana Denizden Gelen de. Ama şu hakkı vermeleri lazım. İyi olmayabilirdi. Bana göre fena değil performansım ama çok kötü de olabilirdi. İnsanı baskı altına alan kriterler. O yüzden rahat bırakmak lazım biraz oyuncu ve yönetmeni.
Peki bundan sonra belirginleşmiş bir rol var mı?
Özcan’ın (Alper) üçüncü filminde varım. Oyunculuk olarak biraz meşakkatli. Onun hazırlıklarına başlamam gerek, çok kilo vermek gerek yine. İki dönemi var adamın. Rusça konuşmam lazım. Bu kadar söyleyebilirim ancak. Sonbahar’da çok hızlı kilo verdim, şimdi kademe kademe vereceğim. Seneye şubat mart gibi başlarız filme. Yavaş gideceğim, skora oynamak gibi derdim yok. Özel projelerde yer almak istiyorum daha çok.

Banu Bozdemir
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu. Sinema yazarlığına Klaket sinema dergisinde başladı. Dört yıl Milliyet Sanat dergisi ve Milliyet gazetesinde sinema yazarı, kültür sanat muhabiri ve şef yardımcısı olarak çalıştı. İki yıl Skytürk Televizyonunda sinema, sanat ve ‘Sevgilim İstanbul’ programlarında yapımcı, yönetmen ve sunucu olarak görev aldı. Antrakt Sinema Gazetesi’nde iki sene editör olarak çalıştı. Tarihi Rejans Rus Lokantasına hazırlanan ‘Rejans Tarihi’ ve ‘Rejans Yemekleri’ kitabının editörlüğünü yaptı. Rejans Rus lokantası başta olmak üzere birçok şirketin basın danışmanlığı görevini üstlendi. Film + sinema dergisine Türk sineması röportajları yaptı. Küçük Sinemacılar, Benim Trafik Kitabım, 'Çevremi Seviyorum' adı altında on iki tane ‘çevreci’, dört tane fantastik çevre temalı yirminin üzerinde çocuk kitabı bulunuyor. Sosyal medyada yolunu kaybeden bir genç kızın maceralarını anlattığı ‘Leylalı Haller’ yazarın ilk romanı. Kaşif Karınca ise beyaz yakalılara çocuk kafasıyla yazdığı ufak bir yaşam manifestosu özelliği taşıyor. TRT’ye çektiği ‘Bakış’ adlı bir kısa filmi bulunuyor. Halen aylık sinema dergisi cinedergi.com'un editörü, beyazperde.com ve öteki sinema yazarı. Kişisel yazılarını paylaştığı banubozdemir.com sitesi de bulunan yazar filmlerde ve festivallerde jüri üyesi olarak görev alıyor, filmlere basın danışmanlığı yapıyor, sinema ve kısa film atölyelerinde ders veriyor. Çocuklarla sinema ve çevre atölyeleri düzenliyor.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.