Bu filme gitmeden önce Scorsese ismi benim için çok şey ifade ediyordu. Daha önce seyrettiğim filmlerin altındaki o büyülü imza, bu filmle birlikte hafif puslu, kenarları eskimiş, silinmiş bir şekil bıraktı hafızamda.

Filmi açıklamam için tek bir cümle isterseniz benden, size “iyi oynanmış bir çöp” benzetmesi yaparken hiç de zorlanmam..

Kendi ağzından “çılgın” olarak nitelediği, Oscar ödülü kazanmış The Departed gibi bir yapıt ardından, çıkmaz yola girip, yolun sonundaki levhaya çarpan bir kamyon gibiydi Shutter Island. Belki en başında Scorsese ismiydi beni heyecanlandıran… Belki de daha önce de sizinle bu satırlarda paylaştığım, “Kitap ardı film sendromu”nun gölgesi altında kaldı bu talihsiz yapıt… Kim bilir…

2003 yılında Dennis Lehane tarafından yazılan romana baktım önce. Konusu, tek kelime ile muazzam, yazarın “konuyu sonuna kadar saklama” kabiliyeti ise büyüleyiciydi. Son kelimesine kadar nefes almadan, gözünü kırpmadan okunması gereken bir başyapıt olarak kaldı benim hafizamda. Filmde ise ilk gördüğüm, Scorsese gibi bir dahinin, konuyu saklamakta zorlanması oldu. Filmin ağır, aksak ilerlemesi de cabası.

Filmin kısaca konusuna gelince,

1954 yılında kurulan “Shutter Island” içinde zihinsel problemleri olan ruh hastası katilleri barındıran bir hastahane/ ceza evidir ve hikayemiz bu hastahanenin içinde tutulan, ve ceza evinin en problemli hastası olan kişinin kaçması ile başlar.

Bu hastayı bulması için görevlendirilen, Teddy Daniels (Leonardo DiCaprio), ve iş ortağı Chuck Aule (Mark Ruffalo) adaya gelirler, fakat bulabildikleri tek şey, birbirinden rahatsız, birbirinden problemli insanlar, katiller, ruh hastaları ve hastaların sağlık sorunlarıyla ilgilenen enteresan doctor Dr. Cawley (Ben Kingsley) olur.

Teddy Daniels II. Dünya Savaşı gazisi, ve kafasında kendi problemleriyle uğraşan biridir. Bu problemlerin başı çekeni ise, kaybettiği eşi (Michelle Williams) ile ilgili olanıdır ki, sürekli onunla ilgili halusinasyonlar görür. Kendi ruh sağlığı yerinde olmayan birinin, ruh sağlığı bozuk olan başka birinin izini sürmesi de hiç kolay olmayacak bir iştir.

Scorsese’nin filmi, sanatsal bir yapıttan çok, değersiz bir Hollywood yapımından öteye gitmiyor. Elde daha değerli bir çalışma çıkartılabilecek, iyi bir hikaye varken, gereksiz ve çok fazla kullanılan hırs ve ihtiras dolu sahneler filmin bütünlüğünü bozuyor.

Filmin genelinde oyuncuların, bu girdabın içinde kendi üzerlerine düşen görevi en iyi şekilde yapmaya çalıştıklarını gördük. Sir Kingsley ve Von Sydow en başarılıları olarak gözümüze çarptı. Bunların yanında Patricia Clarkson, Emily Mortimer, and Jackie Earle Haley de performanslarını en üst düzeyde tutan oyunculardı.

Scorsese’nin, anlamadığım ve cevap aradığım bir yani, annesinin hayat hikayesini de çekse, annesinin rolü için önce Leonardo DiCaprio’yu düşünebilecek kafa yapısında olması. Eşini kaybetmiş bir savaş gazisi rolü için DiCaprio aklımıza gelebilecek en son isim olmalı. 2004 yılındaki The Aviator filmi için de, dönemin bıyıkları terlememiş, toy oyuncusu DiCaprio’yu, Howard Hughes rolü için seçmesi büyük bir hata olmuş ve filmin bütününde bir kan uyuşmazlığı yaratmıştı.

Ruffalo, Di Caprio’nun aksine karaktere nispeten daha iyi oturmuş, yanlız biraz fazla pasif kalmış diyebiliriz. Filmi ikinci defa seyrettiğimizde Ruffalo’nun karakter yapısını daha iyi analiz edebiliriz kanaatindeyim ama bu filmi ikinci defa seyretmeyi de herhalde düşünmem.

Taxi Driver, Raging Bull gibi modern zamanın en iyi gerilimlerinin altında imzası bulunan efsane Scorsese, kanımca bu defa duvara toslamış. Pisikolojik korku niteliğindeki Shutter Island tatsız, tuzsuz seyredilemeyecek nitelikte bir yapıt olmuş.

Benden size bir tavsiye; filmi seyredin, ama fazla da birşey beklemeyin..

İyi günler.

 

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.