Kendi kendine işkence eden bir varlık: İnsanoğlu. Sistem düzelemeyecek kadar çürümüş olabilir mi? İşte bu sorunun cevabı Food Inc.’te.

ABD’deki gıda endüstrisini ve şirketlerini ağır bir şekilde eleştiren Robert Kenner tarafından çekilmiş ilgi çekici bir belgesel Food Inc. 2008’de birçok film festivalinde gösterilen Food Inc, kapitalizmin insanı nasıl kemirdiğinin bir öyküsü adeta. Bugünden geriye baktığımız zaman “İnsan insanın kurdudur”, “Toplum insanın kurdudur” gibi tartışmaların artık ne kadar anlamsızlaştığını görüyoruz. Günümüzde sosyoloji gibi insan davranışlarını ve toplumun içindeki yerini araştıran bütün bilimler iflas etmiştir. Çünkü insan kendi kendini zehirlemekte, yok etmekte. Bu gerçeği hiçbir bilim de açıklayamaz. Para kazanmak için parayı harcayacağın dünyayı yok etmek nasıl anlaşılabilir ki? Kendi varlığını zehirleyeceğini bile bile bu sistemin bir çarkı olmayı kabullenmek hangi psikolojik veya sosyolojik tezle açıklanabilir.

Food Inc.’in ilk sahnesinde sapsarı başaklarla dolu bir tarla var. Hemen ardından inekleri süren bir kovboy. Bu görüntülerden sonra birden geniş pırıltılı bir süpermarketin içinde buluyoruz kendimizi. Sebze reyonuna kayan kamera kıpkırmızı domatesleri gösterir. Ama isyankar bir dış ses şöyle diyor: “Bu reyonda mevsim yoktur. Her mevsimde bu kırmızı domatesleri bulabilirsiniz. Çünkü dünyanın her yerinden yemyeşil toplanıp pazara sürülen bu domatesler etilen gazıyla kırmızı rengi alırlar.” Daha sonra büyük bir dram başlıyor gözlerimizin önünden geçmeye. Pırıltılı ambalajları içinde etler tavuklar gösteriliyor. Yine o isyankar dış ses şöyle diyor: “Bu ambalaj etin nereden geldiğini görmemeniz için çekilmiş bir perdedir.” Daha sonra o etin nereden geldiğini anlatmaya başlıyor hikaye. Şimdi anlatacaklarımız veya filmde seyredecekleriniz ABD’nin sistemi ve orada yaşananlardır. Ama şunu bilin ki bu gerçekler dünyadaki herhangi bir bölge için olduğu kadar Türkiye için de geçerlidir.

Bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar büyük şirketler bütün gıda sektörünü elinde tutmaktadır. Hazır yiyeceklerle başlayan ucuz ama sahte ürünler bu sistemin ana üretimidir. Eski çiftlikler gitmiş yerine bu büyük tröstlerin modern çiftlikleri gelmiştir. Bunların içine girmek ve ne olduğunu görmek yasaktır. Daracık yerlere sıkıştırılan büyükbaş hayvanlar, şişmanlasınlar ve zamanından önce olgunlaşsınlar diye genleriyle oynanmış mısırla beslenirler. Bunun en büyük zararı sürekli antibiyotik yüklenen bu hayvanların doğal olarak içlerinde bulunan E.coli gibi virüslerin bağışıklık kazanması ve hayvanın ürettiği asitlerin bu virüsleri öldürememesidir. Daracık yerde yaşayan hayvan bacaklarının yarısına kadar ettiği pisliğin içine batmış bir şekilde kesimhaneye gitmeyi bekler. Bu arada bağışıklık kazanmış virüsler o pisliğin içinden hayvanın tüyüne, vücuduna bulaşır. Sonunda kesim sırasında ete de bulaşan bu virüs hamburgerimizin içinde veya evde pişirdiğimiz biftekle bizim vücudumuza girer. Çocuğumuz hastalanır ve ölür. Bu şekilde ABD’de ve diğer ülkelerde E.coli virüsünden ölen birçok insan var. Türkiye’deki şartları düşünürsek tespit edilmeden bu virüsten ölen birçok insan olduğunu tahmin edebiliriz.

Filmin en çarpıcı sahnesi yukarıda size sunduğumuz resimdir. Tam olarak ne olduğunu algılayamamanız için bu resmi büyük bir şekilde sayfaya koydum. Bu resim bir ineğin Ruminantia bölgesine açılan bir delik. Ruminantia geviş getiren hayvanların midesinin birinci bölümü. Geviş getiren hayvanlar yediklerini bu bölgede tutar sonra tekrar çiğner ve hazmederler. Normalde otçul olarak evrimleşen bu hayvanlara zorla mısır yedirdiğimiz için çiftçi bu delikten hayvanın içindeki yarım hazmedilmiş fazla mısırı çıkarıyor eliyle. Bu arada bütün bunların hayvan canlıyken yaşandığını söyleyelim. Adam hayvanın içine elini sokarken inek böğürüyor. Aslında bu sahne kapitalizmin ve bugünkü sistemin bütün acımasızlığını ortaya koyuyor. Çarpıcı sahneler ve bilgiler bununla da sınırlı değil. Tavuk çiftliklerinin hali de içler acısı. Daha önce yazdığımız birçok filmde bu tür çiftliklerdeki hayvanların felaket halini gördük. Ama bu belgeselde sistemin bu döngüyü nasıl devam ettirdiğine ait çok ilginç bilgiler de var. Mesela bu çiftliklerin tavuk yetiştirme binalarının yıllık 500 bin dolarlık bir harcamayla kurulabildiğini söylüyor filmi çeken Robert Kenner. Bu binaların parasını çiftçilere büyük şirketler veriyor ve böylece çiftçileri borçlandırıp bir nevi köle haline getiriyorlar. Bu arada bu binaların bir yıllık kazandığı para 18 bin dolar. Bu bitmeyen döngünün kölesi çiftlik sahipleri. Ya işçiler? Onların halini hiç sormayın. “Yıllar önce daha çok Afrika kökenli işçiler vardı” diyor bir çiftlik sahibi, şimdiyse Latin işçiler var. Meksika’dan gelen kaçak göçmenler. Hiçbir sosyal güvencesi olmayan bütün gün çalışıp boktan iki hamburger parası kazanan, kimsenin dinlemeyeceği köleler.

Gelelim bu mısırları ürettikleri genleriyle oynanmış tohumların hikayesine. Bu Türkiye’nin çok da yabancı olmadığı bir hikaye aslında ama bazı farklar var. Bu tohumlar kısır. Türkiye’ye satılanlar da öyle. Fakat ABD’de bu tohumları kullanmadığınız anda büyük şirketlerin hafiyeleri ve avukatlarının saldırısına maruz kalıyorsunuz. Sizi mahkemeye veriyorlar ve kara listeye alıyorlar. Onların dışında da tohum bulma şansınız olmadığı için toprağınızı süremiyorsunuz ve iflas ediyorsunuz.

Bu filmi mutlaka seyretmelisiniz. İnsanın insana yaptığı işkence ancak bu kadar gerçekçi ve derinlikli işlenebilir.

Son Söz: Ozon tabakası deliniyor. Küresel ısınma yüzünden mevsimler değişiyor ve gezegeni dramatik bir son bekliyor. Çevreci örgütler protesto ediyor. Çeşitli kurumlar toplanıyor falan filan. Ben şimdi size soruyorum. Şu anki sistemle kendi yiyeceğini zehirleyen bir adam ozonun delinmesini ne kadar önemser. Sonunu ölüm olduğunu bile bile genleriyle oynadığı yiyecekleri kendisi de yiyen bir adam küresel ısınmayı ne kadar takar. Kapitalizmin bir ruh durumu olduğunu kabul edersek bu ruh ölmeden bu sistem nasıl son bulabilir? İş bu raddeye gelmişse hala bir umut besleyebilir miyiz çözüm için? Bu soruların cevabını düşündüğümüzde Zamanın Ruhu bu sayıda da kapkaranlık. Önümüzdeki ay görüşmek üzere…

 

Serdar Akbıyık
1967 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Antropoloji Bölümü'nü bitirdi. Erol Simavi Vakfı Gazetecilik Bursu'nu kazanıp iki yıllık eğitimden sonra Hürriyet Gazetesi'nde istihbarat muhabiri olarak mesleğe başladı. 1992 yılında Hürriyet Yazıişleri'ne geçti. 1993'te Spor Gazetesi'ni kuran grupta yer aldı. 1996'da Hürriyet Yazıişleri'ne döndü. 1999'da Star Gazetesi kuruluşunda bulunmak için Hürriyet'ten ayrıldı. 2000-2001 yıllarında Almanya'da Star Gazetesi'ni çıkaran grupta Yazıişleri Müdürlüğü yaptı. 2002'de Türkiye'ye dönüp Star Grubu'na bağlı olan ve yeniden yayımlanan Hayat Dergisi'nde görev aldı. Hayat Dergisi'nde ve Star Gazetesi'nde sinema eleştirmenliği yaptı. 2004 yılında Star Gazetesi Yazıişleri Koordinatörlüğü görevine getirildi. Halen Star Gazetesi İnternet Yayın Müdürlüğü ve sinema eleştirmenliğini sürdürmektedir. Star Gazetesi, Kral Müzik Dergisi ve internette çıkardığı Cinedergi'de sinema yazıları yayımlanmaktadır. 2007 yılında "Türk Sineması'nı Yönetenler" adlı yönetmenlerle yaptığı röportajları kapsayan bir kitap çıkardı.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.