ZEYNEP BONÇE
Ekim birçok yeni diziyi az çok tanımamıza, bazılarını eleyip bazılarını baş tacı yapmamızı sağladı. Gerek geri dönen, gerekse yeni başlayan dizilerle dolu dolu bir ay geçirdik. Hepsini takip etme şansı bulamayanlar için bir kısmını tanıtmakta fayda görüyorum.
- FlashForward: Dünya üzerindeki tüm insanların aynı anda 2 dakika 17 saniye bayıldığını düşünün… Uyandığınızda nasıl bir kaosla karşılaşacağınızı anlatarak başlayan FlashForward, özellikle Ralph Fiennes’ın kardeşi Joseph Fiennes’ın oyunculuğu ile renkleniyor. Bayılan herkes 2 dakika 17 saniye boyunca, 6 ay sonrasında, yani 29 Nisan 2010 tarihindeki geleceklerini görürler. Geleceği bilmek neleri değiştirir, iyi midir, kötü müdür, henüz yapmadığınız ama yapacağınızı bildiğiniz şeyler yüzünden suçluluk hissetmek ne kadar mantıklıdır, gibi soruları da bünyesinde barındıran diziye başlayanların, en azından 29 Nisan’da yayınlanacak bölüme kadar izleyeceği kesin gibi. Tek eksisi, kendi ismine gönderme mi yapıyor, diye sormamıza yol açacak ve kimi zaman bunaltacak kadar çok flashback kullanması. Azalacağını umarak izlemeye devam edeceğiz.
- Vampire Diaries: Dizi boyunca aklımın bir köşesinde, Californication’ın yeni sezonunda, artık bir üniversite hocası olan Hank Moody’nin “…it was like that lame Twilight bullshit. I have no patience for that crap…” sözleri yankılanıyor. Ama nedense her hafta yeni bölümünü izlerken buluyorum kendimi. L.J. Smith’in aynı adlı serisine dahil romanlarından uyarlanan Vampire Diaries’in kitabının 1991 basımı olmasını hesaba katıp, kendisine Twilight çakması demek haksızlık olsa da, daha fazla vampir temalı gençlik dizisini bünyelerimiz kaldıramayabilir. Zira bu konuyu Joss Whedon, Buffy the Vampire Slayer ile yapılabilecek olanın en iyisini yaparak kapattı gibi görünüyor. Yine de Vampire Diaries her geçen bölüm biraz daha güzelleşerek, bir vampir hikayesinde, Twilight’tan daha az deneysel görseller arayanlar için ideal bir gençlik dizisi olma yolunda ilerliyor. Görsellik demişken, Lost’ta pek bir erken kaybettiğimiz Boone karakterini canlandıran Ian Sommerhalder, “Ölümüm senin elinde olsun.” dedirten karizması ile başrol oyuncusunu gölgede bıraksa da kast başarılı. Takibe değer bir vampir dizisi, Vampire Diaries.
- Eastwick: İş cadılığa geldi mi, Salem kadar olmasa da, ünlü bir başka yer de Eastwick. Cadılıkla ilişkisi artık sadece çocuklara anlatılan hikayelerle sınırlı olan Eastwick’te bir şeyler yeniden canlanmaktadır. Üçü de birbirinden güzel (özellikle Rebecca Romjin Stamos’u izlemek büyük keyif.) yeni cadı adaylarımızın hayatları, kasabaya yeni taşınan zengin, ukala, seksi ve gizemli Darryl Van Horne tarafından sonsuza dek değiştirilmek üzeredir. Kyle XY’ın göbek deliği olmayan sevimli gencinin yeni rolüne gözlerimizi ve ahlaki değerlerimizi alıştırmamız biraz zor olsa da, dizi izlemeye değer. Daha pilot bölümünü izlerken aklıma gelen Gilmore Girls benzerliğinin altında, iki dizinin de yaratıcı yapımcısının David S. Rosenthal olması yatıyor. Espri kalitesinden, hızlı repliklerden ve sevimli kasaba fonundan hemen fark edilen bu benzerlik, en çok Sarah Rue ve Lindsay Price’ın canlandırdıkları Penny ve Roxane karakterleri arasındaki diyaloglarda su yüzüne çıkıyor. Yine bir kitap uyarlaması olan Eastwick mistik bir eğlence arayanlar için doğru bir tercih.
- The Forgotten: My Own Worst Enemy ile geçen sezon bilimkurgu sevenleri keyiften çıldırtan oyuncu Christian Slater, The Forgotten ile televizyonun gaddar dünyasında uğradığı haksızlığın intikamını alıyora benziyor. My Own Worst Enemy, daha 9. Bölümünde kanalı NBC tarafından iptal edilince, güzelim diziye haksızlık yapıldığını düşünen birçok hayran itiraz etse de, düşük reytinglerle savaşamadılar. Sonuçta en azından bir sezon şans verilmesi gereken, çift kişilikli gizli ajan Edward, hayatımızdan sonsuza kadar çıktı. Slater bunun üzerine “İyi işten anlamıyor bu insanlar, patlatalım bir CSI…” demiş olabilir. Zira öyle de yapmış. The Forgotten’ın pilot bölümünü izlerken kapatmamak için kendimi zor tuttuğumu itiraf etmem gerek. Yeni bir kriminal diziye gerçekten de gerek var mıydı, hem de bu kadar kötü işlenen bir örneğine, diye sormaktan kendimi alamadım. Dizi bitince yaratıcı yapımcı olarak gördüğüm isim ise her şeyi açıklığa kavuşturdu. CSI, CSI: New York, CSI: Miami, Cold Case ve Without A Trace gibi keyifli, başarılı, ama özünde birbirinin aynı suç dizilerinin efsane yapımcısı Jerry Bruckheimer, The Forgotten’ın da arkasındaki isim. Ne tutarsa onu yapmaya ant içtiğine emin olduğum Bruckheimer, geçen sene Lost ve Fringe’in başarısını kıskanıp kendine bilimkurgumsu bir polisiye sipariş ederek, Eleventh Hour’u yayına sokmuştu. Bir sezon süren dizi bu sene yayından kalktı. O da kendi bildiği işe yani antin kuntin detayları olmayan basit suç dizilerine geri döndü ve önümüze ısıtılmış eski bir yemek koydu. Sonuç olarak The Forgotten’ın Christian Slater’a ve Jerry Bruckheimer’a rağmen unutulacağı kesin.
İncelediklerimizin yanı sıra, gelecek vaat eden The Good Wife, Trauma, Modern Family, Cougar Town gibi dizilerin yanında, yoğun eleştirilere maruz kalan Bored To Death, Brothers, Mercy, Hank gibi diziler de yayına girdi.
Birkaçına göz attığımız yeni dizilerden henüz bir hit çıkmaması her ne kadar üzücü olsa da, bu, günümüz televizyon dünyasında anlaşılabilir bir şey. Birkaç bölümün reytingine bakıp, aniden kaldırılan o kadar çok başarılı dizi oldu ki, sanırım çok riske girmeden, altı boş da olsa, herkes tarafından anlaşılabilen diziler yapmak, yapımcıların bu seneki hedefi.
Bakalım bu seneki yeni dostlarımız arasından 6. sezonunu gören olabilecek mi?