Tanımsız bir karabasan
ALPER TURGUT
Kuzey’in görece deli ve dahi yönetmeni Lars Von Trier, ta öteden beri tabu deviren olmaya meyletmişti, kabul… Ancak “AntiChrist” (Deccal) ile kendi sınırlarını dahi aştı, izleyenlerin ise haliyle feleği şaştı. Evet, AntiChrist, eleştirmenleri bölen, seyirciyi de salondan kaçırtan, hazmı ziyadesiyle zor ve ekstra tuhaf bir seyirlik. Trier, sinemaseverleri provoke etmeye bayılıyor ama bu kez çektiği filmi kendisi de tanımlayamıyor.
Nudist (bildiğin cıbıldak) bir Yahudi ailenin oğlu olan Lars Von Trier, 1956 yılında Danimarka’da doğdu. Henüz 11 yaşındayken kendisine hediye edilen “Süper 8” kamera ile film çekmeye başlayan Trier, farklı dünyaları kurgulamak adına yönetmenlikte karar kıldı ve 1979 yılında Danimarka Film Okulu’na yazıldı. 1984–1991 yılları arasında Avrupa üçlemesini (Forbrydelsens element / Epidemic / Europa ) kotaran Lars Von Trier’e, hayatın da sürprizleri vardı. Annesi ölüm döşeğindeyken (1995), Lars’a gerçek babasının adını fısıldadı. Gerçek baba, Lars ile yan yana gelmeyi reddetti. Yönetmenimiz de geçmişine sırtını çevirdi ve dinini değiştirip Hıristiyan oldu. Asıl çıkışını “Dalgaları Aşmak” (Breaking the Waves / 1996) ile yapan Trier, “Geri Zekalılar” (Idioterne / The Idiots) ve “Karanlıkta Dans” (Dancer in the Dark) ile ününü pekiştirdi. “Fırsatlar Ülkesi Amerika” üçlemesinin ilk iki bölümü “Dogville” ve “Manderlay” ile büyük beğeni toplayan Trier, sacayağını “Wasington” ile tamamlayacak. Lars Von Trier’in geleceğe dair en büyük projesinin adı ise “Dimension”… Trier, tam 33 yıl sürecek bu uzun soluklu projeye, 1991’de start verdi. Demek ki; Avrupa’nın farklı bölgelerinde demlenen Dimension’u izleyebilmek için 15 yıl kadar daha bekleyeceğiz. Bugüne dek çeşitli festivallerden 60 ödül kazanan Trier, aynı zamanda senarist, yapımcı ve görüntü yönetmeni olarak sinemaya hizmet ediyor. O, hala tartışılan “Dogma 95” akımının da yaratıcılarından.
İşte 62. Cannes Film Festivali’ni şöyle bir çalkalayan AntiChrist (altı Avrupa ülkesinin ortak yapımı), beyazperdeye durmadan deneysel ve marjinal filmler taşıyan Lars Von Trier’in elinden çıktı. Trier, büyük Rus yönetmen Andrey Tarkovski’ye adadığı AntiChrist’in senaryosunu ise güzelim “Adem’in Elmaları”nı (Adams æbler) çeken yurttaşı Anders Thomas Jensen ile birlikte kaleme aldı. Filmin başrollerini ABD’li usta ve yetkin aktör Willem Dafoe ile Rus asıllı Fransız müzisyen Serge Gainsbourg ve İngiliz aktris Jane Birkin’in 13 yaşından beri kamera karşısında yer alan kızları Charlotte Gainsbourg (Cannes’da en iyi kadın oyuncu ödülünü kazandı) sırtladı.
Kadınlara yönelik şiddetin tarihçesiyle ilintili yüksek lisans tezi hazırlayan anne ve terapist baba, şehvet nöbetinde kendilerinden geçerken biricik oğulları, pencereyi aralar ve kendini ölümün kollarına atar. Açılışa “Lascia Ch’io Pianga” adlı arya bulaşır, kahreden görüntü daha da ağırlaşır;
“Bırak da ağlayayım
zalim kaderim
ve özgürlüğüm için iç çekeyim.
Hüzün kırsın zincirlerini
ıstırabımın, merhamet aşkına.”
Evladın kaybı, anne ve babayı perişan eder. Acı eşiği kişiden kişiye değişir. Baba, içinde fırtınalar kopsa da soğukkanlılığını korumaya çabalar, anne ise suçu kendinde bulur ve pişmanlıkla desteklenen ruh hali, dibe vurur. Masumun yitimi, annenin içindeki şeytanı tetikler. Ve zamanla kötücül bir anti-kahramana dönüşen kadın, resmen zıvanadan çıkar. “Kader”, “Acı”, “Umutsuzluk” ve “Üç Dilenci”… Her bölümde şiddetin dozu daha da artar.
Terapist koca, karısının tedavisini kendisi üstlenir. Kadının, tezini rahat rahat yazabilmek için oğluyla birlikte yaz tatilini geçirdiği ormanın en ücra yerindeki kulübeye giderler. Adam karısını anlayabilme ve tanıyı koyabilme süreci, belalı, yorucu ve yıpratıcıdır. Dini ritüeller çoğalır, şeytan işi alt metin iyice belirginleşir. Kadın garipleşir, hayvanlar garipleşir, doğa garipleşir. Ve bu alengirli gidişat, bir türlü adamı silkeleyip kendine getirmez. Zavallı koca, hala karısını eski haline döndürecek yöntemin peşindedir. Kader ise ağlarını örmektedir, kim kurban kim avcı, kim mazlum kim zalim açığa çıkacaktır. Karanlığın ve aydınlığın mücadelesinden çok, insanın iç dünyasına ait yansıma, yanılsamadır bu… Kaldı ki; savaş vardır ancak kazananı yoktur.
Yeterince lak lak yaptık. Sadede gelelim. Kendi adıma, AntiChrist’in ayrıntılarına hayran oldum ve onu üstüne kafa yorulacak filmler kategorisine koydum. Sevip sevmemek, beğenip beğenmemek, bilinçaltının tersyüz edilebildiği böylesi ender yapımlar baz alındığında hayli basit kaçıyor. Yapıt, istisnasız birçok eğilimden besleniyor, seks ve şiddet ise filmin omurgasını oluşturuyor. Bu karabasan muadili film, hem insanı gerim gerim geriyor hem de yer yer mide bulandırma işlevini görüyor. Kadınlara yönelik bakış açışı, feministlerin gadrine uğradı bile… Hayvan hakları savunucuları da teyakkuza geçmekte gecikmedi. Gösterime girdiği ülkelerde kopan yaygaradan bahsetmeye ise sanırım gerek yoktur. Asıl merak konusu; Hıristiyanlığın sembolü haçı tersine çeviren AntiChrist’in, (bağnaz izleyiciler, çoktan şeytani bir film olarak belledi) kilise tarafından ne zaman aforoz edileceği? Her şeye rağmen Trier, tüm bu şamatayı gülümseyerek izliyor (Usta yönetmen, filmi için kimseden özür dilemeyeceğini açıkladı). Ve gelelim ülkemize… AntiChrist’in sinemalarımızda “sansürsüz” gösterilmesini beklemek, inanın safdillik olur. Zaten kan akan penis ve kesilen klitoris görmek, asla genel bir tahammüle göre değil.