“We feed the World” yediklerimiz ve küreselleşme, balıkçılar ve çiftçiler, büyük firmalar ve küçük insanlar, varlık ve yokluk hakkında bir belgesel.
Avusturyalı yönetmen Erwin Wagenhofer yediklerimizin peşinden giderken, gıda ticaretinin karanlık yüzünü de gözler önüne seriyor. Varlık içinde yokluğun neden yaşandığını, küreselleşme çağında büyük firmaların girdikleri ükelerde yerel halkı nasıl yokluğa mahkum ettiklerini ortaya koyuyor. “We feed the World” küreselleşme ile birlikte tarım ve balıkçılıkta endüştrileşmeyi bir kavram olmaktan çıkarıp elle tutulur hale getiriyor.
Sahile vuran iki dalga arasındaki süreden açık denizdeki dalga boyunu nasıl tahmin ettiğini anlatan doğayla dost Fransız balıkçı bize AB üyeliğinden sonra yaşanan değişimi çok güzel anlatıyor: Etrafları bir anda bilim adamlarıyla sarılmış ve her bir balıkçıdan ne zaman, nerede, ne kadar balık tuttuğunu bir deftere not etmeleri istenmiş. O defterlerin ne işe yarayacağını çok iyi biliyor balıkçı ama elinden bir şey gelmiyor; AB kuralları böyle çünkü. O defterler gelecekte küçük balıkçılara hayat hakkı tanımayacak dev şirketlerin dev gemilerinin denizi kendi kümesleriymiş gibi dibine kadar sömürmelerini sağlayacak.
Peki bu dev gemilerin avladıkları balıklar, orta halli Fransız balıkçısının avladıklarına benzeyecek mi? Belgeselde görüyoruz ki, hiç benzemeyecek. Fransa’nın Bretagne bölgesinde balıkçılık yapan Philippe Cleuziou buzhanede bu gemilerle avlanmış pelte gibi balıkları tek tek elinde sallıyor. Onun anlattıklarından anlıyoruz ki bu balıkların pelte gibi olmaktan başka şansları yok çünkü bu tür avlanma yönteminde çok büyük miktarda balık sürüleri atılan ağlarda korkunç bir baskı altında kaldıkları için renkleri kararıp gözleri patlıyor. Uzun süre ağlarda kaldıkları için daha denizden çıkmadan bayatlıyorlar. Balıkları parmağının ucuyla tutarak şöyle diyor Fransız balıkçı: Ben bunları yemem. Biz bunlara ‘Yenmek değil, satılmak içindir’ deriz.
Küreselleşmenin denize etkileri böyle. Peki ya toprakta durum farklı mı? Hayır. Denizde balığa nasıl bakıyorsa, toprakta tohuma da öyle bakıyor dev uluslararası şirketler.
Dünya çapında 60 milyon hektarlık bir alanda genetiği değiştirilmiş bitkilerin ekimi yapılıyor. Genetiği ile oynanmış bitkilerin yüzde 58’ini soya, yüzde 23’ünü mısır, yüzde 12’sini pamuk, yüzde 7’sini ise kolza oluşturuyor.
AB, GDO’lu (Genetik Olarak Değiştirilmiş Organizma) gıdalara karşı hem tüketici hem de üretici kesimden gelen direniş karşısında 2004 yılına kadar transgenik tohumların ithaline karşı moratoryum ilan etmiş, ancak Dünya Ticaret Örgütü’nün yoğun baskıları karşısında 2004’te ABD’de yaygın olarak üretilen tatlı mısırın pazarına girmesini kabul ederek moratoryumu sona erdirmiş. O günden sonra da genteknolojisi ağırlıklı olarak Merkez ve Doğu Avrupa’da özellikle de bunları talep eden Bulgaristan, Hırvatistan ve Romanya’da yaygınlaşmaya başlamış.
İşte o Romanya’daki Pioneer Tohumculuk’un (ki bu şirket Türkiye’de de faaliyet gösteriyor) Üretim Direktörü Karl Otrok da konuşuyor belgeselde: “Genteknolojisinden yoksun hiçbir gıda maddesi olmadığı fikrine artık alışmalıyız” diyor. Aldığınız ürünlerin üzerinde GDO ibaresini görmeseniz bile gen teknolojisi bir şekilde, mesela hayvan yemi olarak onların içine sızmış olabiliyor. Hayvanların protein ihtiyacının karşılandığı soya büyük ölçüde genetiğiyle oynanmış (transgenik) oluyor. Bunun hayvan ve insanlar üzerindeki etkilerinin ne olacağı ise şimdilik kesin olarak bilinmiyor.
Tarımda bir diğer problemi ise OECD ülkelerindeki sübvansiyonların dünyanın geri kalanındaki çiftçileri aç bırakması.
We feed the World’de sık sık araya girip konuyu toparlayan BM Gıda Hakkı Raportörü Jean Ziegler bu eşitsizliği “Senegal’de pazara giderseniz, Avrupa’dan gelen meyvelerin yerel fiyatların üçte birine satıldığını görürsünüz. Senegalli bir çiftçi günde 18 saat çalışsa da, meyveleri yılın 365 günü güneş içinde olgunlaşsa da bu fiyatlarla baş etme şansına sahip değildir” diyerek kendi ülkelerinde kazançları kısıtlanan insanların, kaçak göçmen olarak Avrupa ülkelerinin sınırlarına dayanmaktan başka şanslarının kalmadığını anlatıyor.
Rakamlar, geri kalmış ülkelerde tarımın yıldan yıla ağırlaşan durumunu özetliyor: 2004 yılında OECD devletleri tarım ekonomilerine 226 milyar Euro ile destek çıkmışlardı. Ama OECD içinde önemli farklılıklar vardı. En altta çiftçilerine yüzde 5 ile destekleyen Avustralya ve Yeni Zelanda yer alıyor, en üstte ise yüzde 70 destekle İzlanda, Norveç ve İsveç yer alıyordu. AB ise yüzde 34 destekle, yüzde 30 olan OECD ortalamasının üzerine çıkıyordu. Bu teşviklerin önemli bir bölümü, iç pazarda satılmayan tarım ürünü fazlasının dünya pazarlarında satılmasına yardımcı olacak ihracat sübvansiyonuydu. Bu suni ucuzlaştırma dünya pazar fiyatları üzerinde baskı yarattı ve dünyanın geri kalan bir çok bölgesinde tarımı rantabl olmaktan çıkardı. Oysa OECD üyesi gibi zengin ülkelerde tarımla uğraşanların sayısı nüfusun yüzde beşini, tarımın kendisi gayrisafi milli hasılanın yüzde 2’sini oluştururken, gelişmekte olan ülkelerde tarımla uğraşanların sayısı çalışan nüfusun yüzde 70’ini oluşturuyor, tarım gayrisafi milli hasılanın yüzde 36’sını oluşturuyordu.
Ya hayvancılık?
35 bin hayvan kapasiteli bir tavuk üretme çiftliğinin yöneticiliğini yapan Hannes Schulz dev tesislerdeki üretim sürecini anlattıktan sonra “Bunları satın alanların ve tüketicinin neyin, nasıl yapıldığı hakkında hiçbir fikri yok. İnsanlar giderek doğaya daha fazla yabancılaşıyor, daha sert ve daha acımasız oluyor. Ticarette fiyat öne çıkıyor, tat ise bir kriter olmaktan çıkıyor” diyor.
Belgeselde, endüstrileşmiş gıda üretiminde söz hakkı olan uzmanlar bile yaptıkları işi savunmak bir yana açıkça karşısında tavır alıyorlar. Bir tek Nestle’nin üst düzey yöneticisi hariç… Nestle CEO’su Peter Brabeck bütün inançlı kapitalistler gibi çalıştığı firmayı içselleştirmiş. Gıda üretimi de diğerleri gibi bir iştir diyor ve sözü hemen suya getiriyor: “Su bugün dünyada sahip olduğumuz en önemli hammadedir. Halk için su temininin özelleştirilip özelleştirilmeyeceği tartışılıyor bugün. Bu konuda iki farklı bakış açısı var. Biri, ki buna aşırı görüş diyeceğim, bazı sivil toplum kuruluşları tarafından savunuluyor. Onlar suyun kamusal bir hak olduğunu savunuyorlar. Yani insan olarak herkesin suya sahip olma hakkının olduğunu savunuyorlar. Bu aşırı bir çözüm. Diğer görüş ise suyun bir gıda maddesi olduğunu ve bütün diğer gıda maddeleri gibi bir piyasa değerinin olması gerektiğini savunuyor. Benim kişisel görüşüme göre, bir gıda maddesine bir değer biçilir ve hepimiz böylece onun bir değer olduğunu biliriz. Suya erişimi olmayanlar için özel önlemler alınabilir ve daha farklı bir çok çözüm bulunabilir. ”
Sonra bakın ben de duyarlı bir insanım ve insanların iyiliğini düşünüyorum anlamına geleceğini farzederek şöyle konuşuyor: “Ben bir CEO’nun en büyük sosyal sorumluluğunun, kendi firmasının başarılı ve karlı geleceğini kurmak ve güvenlik altına almak olduğuna inanıyorum. Çünkü ancak uzun vadede ayakta kalabilirsek, dünya üzerindeki problemlerin çözümüne aktif olarak katkıda bulunabiliriz. Ancak bu şekilde iş alanları yaratabiliriz. Burada 275 bin, 1,2 milyon da dünya çapında, ki bu da onlara bağlı ailelerle birlikte 4,5 milyon kişi eder, bunların hepsi doğrudan bize bağlı kişiler… İş yaratmak istiyorsanız o zaman kendiniz çalışmak zorundasınız. Geçmişte olduğu gibi mevcut işleri bölüştürme yoluna gitmemelisiniz. Hatırlarsanız geçmişte haftada 35 saatlik çalışmayı savunların temel iddiası, ortada belli bir iş olduğu bu yüzden daha az çalışırsak var olan işi daha fazla kişiye dağıtabileceğimizdi. Daha sonra bunun tamamıyla yanlış olduğu görüldü. Eğer daha fazla iş yaratmak istiyorsanız daha fazla çalışmak zorundasınız. Buna ek olarak insanlar için daha pozitif bir dünya imajı yaratmalıyız ve daha pozitif bir dünya imajı yaratılmaması için hiçbir sebep görmüyorum. Daha önce hiç bu kadar iyi yaşamamıştık, hiç bu kadar fazla paramız olmamıştı, hiç bu kadar sağlıklı olmamıştık, hiç bu kadar uzun yaşamamıştık. İstediğimiz herşeye sahibiz. Buna rağmen psikolojik açıdan bakıldığı sanki yastaymış gibi bir hava içindeyiz.”
Bu sözler üzerine çok şeyler söylenebilir. Söylenmiş de zaten… Birisi belgeselin bu bölümünü alıp YouTube’a koymuş. Altında, alaydan başlayıp açık tepki ve küfüre kadar uzanan İngilizce, İspanyolca ve Almanca yorumlar bütün hislere tercüman olmuş…