İşçinin Ölümü

İşçinin Ölümü filmi politik bir propaganda değil. Hangi siyasi görüşe sahip olursanız olun, hayatın acımasızlığını size hissettirecek bir yapım. Değişen dengelerin değişmeyen acı hikayesini kaçırmayın…

Bu ay Zamanın Ruhu’na konuk olan film aslında çok tartışma çıkaracak bir yapım. Michael Glawogger’ın yönettiği 2005 yapımı İşçinin Ölümü-Working Man’s Death dünyanın beş ayrı ülkesinde beş emek hikayesini anlatıyor. Filmin tartışmalı olmasının en büyük sebebi yönetmenin bakış açısının kolaylıkla kategorize edilememesi. Her şeyden önce filmin başlangıcında siyah beyaz dokümanter görüntüler kayıyor ekranda. Sovyet devrimi döneminden kalma demir çelik ve maden işçilerinin çalışma görüntüleri bunlar. O dönemin işçi propaganda filmlerinden alıntılar. Daha çok emeğe övgü ve işçiye yüceltme var görüntülerde. Fakat sonra perdede şu satırları görüyoruz.

Günde sekiz saat boyunca yemek yiyemezsiniz.

Sekiz saat boyunca hiç durmadan bir şeyler içemezsiniz.

Sekiz saat boyunca seks yapamazsınız.

Ama sekiz saat boyunca hiç durmadan çalışabilirsiniz.

İşte insanlığın mutsuzluğuna neden olan en büyük şey budur…

(William Faulkner)

 

İşte filmin başlangıç görüntüleriyle bu satırlar arasındaki tezat bütün filme damgasını vurmuş. Bu anlamda bundan sonra yazacağım satırlar sadece benim yorumumdur. Çünkü bu filmi seyredip bambaşka anlamlar da çıkarabilirsiniz. İzleyici için İşçinin Ölümü bir emek güzellemesi olduğu kadar işçinin ölümü üzerine söylenen bir ağıt olarak da kabul edilebilir. Ukrayna’daki kaçak madenciler, Pakistan’daki gemileri söküp parçalara ayıran işçiler, Nijerya’daki meydan kasapları, Endonezya’daki kükürt madencileri ve Çin’deki çelik işçilerinin hikayeleri gerçekten vurucu. Her birinde büyük vahşet ve ıstırap var. Üstelik filmin sinema dili o kadar başarılı ki çekimleri seyrederken yüreğiniz sızlıyor.

 

Bütün bu başarıyla sinemalaştırılan öykülerden Nijerya’daki mezbahanın hikayesi seyredilmesi gerçekten zor sahneler içeriyor. Kan revan içindeki inekler, keçiler ve onların kesim sahneleri izleyiciyi sonuna kadar rahatsız ediyor. Ama en kötü olanı o insanların durumu. Fakirliğin ve açlığın pençesindeki insanların yaşadıkları vahşeti benimseyişleri ve bilinçsizce içlerinden yükselen vahşiliği kabullenişleri bir insanın en korkunç görüntülerini sergiliyor. Tabii o ortamda insanların akıtılan kana veya sürekli ölümü tekrar tekrar yaşamalarına dönüp bakmalarını bekleyemeyiz. Çünkü bu orada yaşamalarını imkansızlaştırır. Halbuki hayat şartları onları kesilen etin ve sonucunda paranın olduğu yere sürüklüyor. Araba lastiklerini tutuşturup etleri közlemeleri ve çöp sularının içinde yıkayıp satmaları işin çirkinliğini daha da ortaya koyuyor. Kasaplardan bir tanesi şöyle diyor, “Biz acı çekmek için bu dünyaya geldik.”

 

Diğer bir hikayede ise Ukrayna’da kaçak kömür madeninden kömür çıkaran işçilerin hikayesi var. Devlet tarafından kapatılan madenlerin işsiz kalan emekçilerinin iç yaralayan hikayesi bu. İşçiler kapanan madenlerde kömür olduğunu görüyorlar ve 30 santimlik damarların arasına girip çekiç ve kazıklarla o damarı daha da açıp sürünerek kırdıkları kömürü çıkarıyorlar. O damarların içine 20-30 metre sürünüp giriyorlar. 10 santimlik bir çökme ancak sürünerek girilebilen bu damarlardaki işçilerin sıkışıp feci şekilde ölmelerine sebep oluyor. Bu noktada Sovyet döneminde maden işçilerinin kahramanı olarak gösterilen ve aslında bir hükümet politikası olan Aleksey Stakhanov’un hikayesi ile kendi durumlarını da karşılaştırıyor bu kaçak madenciler. “Bizler farklıyız” diyorlar. Geçmişin anılarını kirletmemek için bu farklılığı döneme bağlıyorlar. “Biz aç kalmamak için kazıyoruz, kahraman Stakhanov ise idealizm için çalışıyordu” diyorlar. Ve bu hikayenin belki de en vurucu lafını ailesine bakmak zorunda olan bir madenci söylüyor: “Biz hayatta kalmak için çalışıyoruz. Ne daha fazlası, ne de daha azı için.”

 

Endonezya’da bir kükürt madeni. Yanardağın kraterine çıkıp kraterin ağzının içine giren madenciler kaynayan kükürtlü suların çevresinde biriken kükürtleri kırıp sepetlerine dolduruyorlar. Bu yükleriyle beraber tekrar kraterin ağzından yukarı çıkıp dağdan aşağı iniyorlar. Taş çatlasa 60-65 kilo gelen bu insanların omuzlarındaki 115 kiloluk kükürtün yolculuğu insan teni ve kanından izler taşıyor. Üstünde Inter futbol takımının forması olan bu gencecik madencilerden biri “Belki biz de bu durumdan kurtulup daha temiz işlerde çalışırız” diyerek imkansız hayalini paylaşıyor.

 

Pakistan’daki gemileri parçalayan işçilerin hikayesi de öncekilerden daha iyi değil. Asbest içeren gemileri parçalayan işçilerin çalışma şartları insanlık dışı. Çoğunluğunu Peştunların oluşturduğu işçiler 15-20 yıl boyunca burada çalışıyorlar ve hayatlarında hiçbir ilerleme olmuyor. Elleri tuttuğu, kollarında derman olduğu sürece geceleyin ateş başında bir parça ekmek yiyecek şansları oluyor. Ve işte bu küçücük şans için koskoca hayatlar tükenip gidiyor. Üstelik Avrupa’nın ve Batı medeniyetinin kanserojen diye sökmediği ve geri kalmış bu coğrafyalara gönderdiği gemilerde çalışarak sönüyor bu hayatlar.

 

Son hikaye ise Çin’de geçiyor. Bir çelik fabrikasında çalışan işçilerin hikayesi bu. Çin’in komünist döneminin geleneklerini yaşatan işçiler kendi çocuklarıyla yaşadıkları nesil çatışmasını anlayamıyorlar. Dudaklarından dökülen şu tür kelimeler var, “Kendimizi geçmişin işçi kahramanları olarak çelik endüstrisine feda etmek istiyoruz.” Bu noktada Çin’in değişen ekonomik yapısıyla da çatışıyorlar. Onları günümüzün yaşayan hayaletleri olarak da görebilirsiniz bu filmin içinde.

 

Son olarak Almanya’da kapatılan ve müze haline getirilen bir çelik fabrikasına gidiyoruz. Bu müzenin içinde çocuklar koşturuyor. Yıllar evvel belki dedelerinin kan ter içinde alevler arasında çalıştığı yerlerde birbirlerine balondan yapılmış su bombaları atıyor ve çığlıklar içinde eğleniyorlar. Gece olunca ise genç kızlar birbirlerini öpüp ergenliğin isyanını yaşıyorlar. Görüyoruz ki o fabrikada bambaşka bir hayat ve macera yaşanıyor artık.

 

Son söz

 

İşçinin Ölümü’nü nasıl yorumlayacağınız nereden baktığınıza çok bağlı. Ne olduğunuzla, hangi siyasi görüşe sahip olduğunuzla iç içe girmiş bir bir film. Biz buradan size sadece Zamanın Ruhu’nun yorumunu sunabiliriz. O yorum da şudur, hayat gün geçtikçe sefilleşmekte, insanların bir bölümünün alım gücü artarken diğerleri kendi hayatları kadar çocuklarının da hayatlarının ipotek altına girmesini seyrediyor, bunun acısıyla ve umutsuzluğuyla yaşıyorlar. Böyle bir dünyada artık sınıf mücadelesi eski anlamıyla geçerliliğini kaybetmiştir. Coğrafyaların ve medeniyetlerin birbirini sömürmesi söz konusudur. İnsanlık bir büyük savaşı kaybetmiştir.

 

Serdar Akbıyık
1967 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Antropoloji Bölümü'nü bitirdi. Erol Simavi Vakfı Gazetecilik Bursu'nu kazanıp iki yıllık eğitimden sonra Hürriyet Gazetesi'nde istihbarat muhabiri olarak mesleğe başladı. 1992 yılında Hürriyet Yazıişleri'ne geçti. 1993'te Spor Gazetesi'ni kuran grupta yer aldı. 1996'da Hürriyet Yazıişleri'ne döndü. 1999'da Star Gazetesi kuruluşunda bulunmak için Hürriyet'ten ayrıldı. 2000-2001 yıllarında Almanya'da Star Gazetesi'ni çıkaran grupta Yazıişleri Müdürlüğü yaptı. 2002'de Türkiye'ye dönüp Star Grubu'na bağlı olan ve yeniden yayımlanan Hayat Dergisi'nde görev aldı. Hayat Dergisi'nde ve Star Gazetesi'nde sinema eleştirmenliği yaptı. 2004 yılında Star Gazetesi Yazıişleri Koordinatörlüğü görevine getirildi. Halen Star Gazetesi İnternet Yayın Müdürlüğü ve sinema eleştirmenliğini sürdürmektedir. Star Gazetesi, Kral Müzik Dergisi ve internette çıkardığı Cinedergi'de sinema yazıları yayımlanmaktadır. 2007 yılında "Türk Sineması'nı Yönetenler" adlı yönetmenlerle yaptığı röportajları kapsayan bir kitap çıkardı.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.