Banu Bozdemir
Adana’da en fazla takıldığım söylemin ‘40. yılında 16 yaşında’ sloganı olduğunu söylemeliyim… Hem güldüren, hem hüzünlendiren bir anlamı oldu bu söylemin benim için… Evet bir sürü sebepten dolayı kesintiye uğrayan ama sonra babalar gibi yoluna devam eden bu festivalin naif yapısı her sene daha fazla onun içine çekilmemize sebep oluyor… Adana sinema sezonunun kapandığı, filmlerin vizyonda ve diğer festivallerde boy gösterdiği bir zamana rastlıyor. Yani zurnanın son deliğine… Ama buna rağmen festival havasından bir şey kaybetmiyor… Yani genelde her sene aynı şekilde başlayıp, aynı şekilde bitiyor, aksamayan bir program bütünü senelere yayılıyor…
Festival yabancı ve kısa filmleri de kapsamasına rağmen asıl fırtına ulusal uzun metraj yarışmasında kopuyor… Her filmden sonra bükülen dudaklar, aşağı yukarı sallanan kafalar, parlayan gözler filmlere ilişkin ilk duyguları ele verse de, acılı adana arasına sıkıştırılan muhabbetler daha detaylı geçti. Ulusal yarışmanın beyazperde görmeyen tek filmi Tayfun Pirselimoğlu imzalı Pus’tu… Pirselimoğlu film sonrası yapılan söyleşide ‘sıkıcı filmler’ yapıyorum itirafıyla filmi sevmeyen birçok kişinin derdine derman oluyordu…
Ama bunların ötesinde ben Adanalı izleyicilerin filmlerle kurdukları iletişimi çok sıcak buldum, ‘eyvah sevmeyecekler’ dediğimiz filmlere çok anlayışlı ve sıcak yaklaştıklarını gördüm… Örneğin film sonrasını sunumunu benim yaptığım ve en iyi film ödülünü Pelin Esmer’in ‘11’e 10 Kala’sıyla paylaşan Köprüdekiler… İstanbul Film Festivali’nin en iyisi, festivalin başından beri jüri başkanı Nuri Bilge Ceylan’ın çok sevdiğini söylediği Köprüdekiler, izleyicinin de ilgisini çekince sinemadaki dil ve tarz değişimin herkesi kucakladığı belli oluyordu… Yani dramatik belgeseller hızla festivallere giriş yapıyordu… Şaşkınlığı kısa tutup, ya da bir kenara atıp bu filmlere olan sempatimizi ortaya koymak da zorlanmadık… Benim ön jürinin seçimine dair itirazım bir tek Vicdan konusunda oldu… O da Tülin Özen’e kazandırdığı En İyi Yardımcı Kadın ödülüyle ‘burada ben de varım’ diyebildi…
Aslında festival yerel seçimlerin etkisiyle yani hükümet ve belediye çatışmasıyla başlamıştı… Bu çatışma sinemacıları etkileyince, sinemacılar tepki koydu ve biraz da soğuk başlayan festival, sonlara doğru biraz da ‘yarım elma gönül alma’ seremonisine dönüştü ve yarışmadan eli boş dönen film çıkmadı… Her filmin bir şekilde adı geçirilmiş oldu. Jüri Başkanı Ceylan, Cannes’a kadar uzanan jüri üyeliği sonucunda epeyce rahatlamış, hatta en iyi stüdyo ödülünü es geçtiklerini söylemiş, bazı ödülleri ikişer ikişer dağıtmakta sakınca bile görmemişlerdi… Çünkü jüri üyeleri arasında zorlu bir seçim maratonu yaşanmıştı… Özellikle en iyi filme uzanan Köprüdekiler ve 11’e 10 Kala arasında… İki kadın yönetmene giden ödül, büyük bir maddi anlam da barındırınca, ödülü kazanan taraflardan birinin bu paylaşımdan pek de memnun olmadığı söylendi… Biz söyleyenlerin yalancısıyız… Burada, belediyelerin bu kadar çok para dağıtmasından rahatsız olan sinema yazarı arkadaşım Ali Ulvi Uyanık’ı da anmak isterim… Ödülü paylaşmanın keyfi yerine parayı paylaşmanın zorluğunu yaşamak, gerçekten de festivallerin gerçek anlamının dışında…
İstanbul’da en iyi yönetmen ödülü kazanan Uzak İhtimal, burada da en iyi erkek (Nadir Sarıbacak), en iyi kadın (Görkem Yeltan) ve en iyi yönetmen (Mahmut Fazıl Coşkun) ödülüyle en fazla ödül kazanan film oldu…
Her ne kadar festivalin başında ana jüri, SİYAD jürisiyle aynı ortamda film izlemeyi istemiyor haberleri ortalığa yayılsa da, birbirlerinden kopamıyorlar anlamında ‘çete’ yakıştırması yapılsa da görev başarıyla tamamlandı ve Özgür Şeyben, Uğur Vardan ve Yusuf Güven’den oluşan SİYAD jürisi İki Dil Bir Bavul’u en iyi film seçti…
Yani sıcağın ortasında, biraz da zorluklarla yapılan ama, festivallerin yapıldığı kentlerin dokusuna olan katkısını bir kez daha hatırlatan nice festivallere diyerek son noktayı koyalım…