Banu Bozdemir
Sinemanın, dizilerin aranan ve farklı yüzü Ruhi Sarı… Bazen filmlerde ufak bir rolle çıkar karşımıza, bazen bir filmi alır götürür baştan sonra… Kartal Sanat Tiyatrosu’nun neredeyse emektar oyuncusu genç yaşına rağmen… Kimi zaman bir Üçüncü Sayfa kahramanı oldu, bir Derviş, kimi, zamanda Hiçbiryerde bulunamayan genç bir adam… Yeni sezonda da Pus’lu bir İstanbul’da çıkacak karşımıza…Eski bir tanışıklığın rahatlığıyla sorularımı uzattım ona, o da sağolsun sabırla yanıt verdi…
Türk sinemasında doksanların ortaları ve sonlarında bir Ruhi Sarı fırtınası esti diyebilir miyiz? Seni her filmde görmüşüz gibi bir görsel hafıza yarattın bizde… Bunun sebepleri ne olabilir sence?
Evet, öyle bir izlenim vardı. Nedenini şöyle anlatayım. Üçüncü Sayfa’dan sonra film çekecek, senaryo yazan herkes, daha bana da gelmeden, oyuncu olarak şu, bu ve Ruhi Sarı’yı düşünüyorum diye söze girdikleri için oldu. Hatta hiç unutmuyorum sinema dergisinde bu sezon çekilecek ve çekilmiş filmlerin hepsinde benim ismim vardı. 12 – 13 falan. Hiç unutmuyorum. Üçüncü Sayfa’dan sonra Derviş diye bir film çektim ama Derviş’e kadar da film yoktu aslında…
Daha öncesine gidersek Sende Gitme’ ile Umut Veren Oyuncu ödülü aldığım zaman, ortada bizim kuşak oyuncular, yani bir değişimin sonucunda yeni oyuncular çok fazla yoktu. Eski klasik Yeşilçam oyuncularından sonra yeni, tiyatro kökenli, oyunculuğu dert etmiş insanlar ortaya çıktı… Oktay Kaynarca falan vardı. Ama bir alt kuşak olarak ben vardım. Bağımsız sinemanın var olmaya başladığı ilk yıllarda bir şeyler yapmaya başladığım için benim adım öne çıkmış olabilir. Bir de hep bağımsız yapımlar gelmeye başladı. Ve aslında benim böyle bir tercihim yoktu ama mutluydum ben o yapımların içinde.
O dönemki gişe filmleri içinde pek şansım yoktu, zaten o dönem çok da gişe filmi çekilmiyordu.
Peki gişe filmlerinde oynar mısın?
Oynarım tabii, hatta oynadım da… Nerdesin Firuze ve Kabadayı bunlara örnektir aslında…
Onlar bile tam gişeyi hedefleyen filmler değil… Ben tam 12’den vurma amaçlı filmlerden bahsediyorum…
O kadar da seçicilik olsun yani… En son Adab-ı Muaşeret filminde küçük bir rolüm vardı. Ama o bile farklı bir tat ve lezzette. Sadece halkın duygularını sömürerek büyük yapımlar yapmanın bir anlamı yok. Yapılacaksa eğer amatör ruhu kaybetmemek lazım bana göre. Oyuncu, senarist ve yapımcı olarak bu kadar ticari düşünmenin bir anlamı olmadığını düşünüyorum.
Senin şöyle bir kasıntın da yok. İlle de sinema demiyorsun… Tiyatroda devam ediyor sonuçta senin için… Ama birçok oyuncunun burun kıvırdığı dizilerde fazlasıyla rol alıyorsun…
Orada da seçicilik yapıyorum tabii. Televizyonda sorumluluk diye bir şey var. Orada yapılacak olan şeye daha fazla dikkat etmek gerekiyor. Televizyonda birtakım korkularım var. Çünkü televizyonda bir anda star olabiliyorsunuz, sizin kontrolünüz dışında size bir şeyler yüklenebiliyor. Sokakta yürümek çok daha zorlaşabiliyor, sokaktan koptuğun zaman da işiniz daha zor oluyor. Beslenemediğiniz noktada üretemezsiniz de… Televizyon insanların evine çok rahat giren ve bu adamı seven bir alet. Kötü adam oynarken bile çok iyi düşünmek gerek. Çünkü başınıza her şey gelebilir dışarıda. İkincisi sorumluluğunuz çok yüksek… Mutsuzsam durmuyorum o işin içinde…
Evet bir yerde bununla ilgili bir şey okudum… Projeleri yarım bırakma durumun varmış…
Evet çok var. Ben oyunculuğu oyun oynamayı sevdiğim için yapıyorum. Keyif vermediği durumlarda orada olmanın bir anlamı yok. Sana ve çalışanlara zarar verir. O yüzden kimseyi kırmadan ayrılmak en iyisi… Kör bir yere gidince karşılıklı uyumla ayrılmak en iyisi…
Peki şöyle bir kaygı taşımıyor musun? Bir sonraki projesinde yer almayabilirsin… Bu çoğalırsa…
Ama ben bırakırken, nefret duygusuyla ayrılmıyorum ki… İşe olan saygımdan dolayı ayrılıyorum. Bu yüzden çalışmayacaksa çalışmasın… Kritik maddi boyutlarda bile iş bıraktığım oldu. Aslında iş bırakmak değil, karşılıklı konuşarak anlaşmak diyelim… Yedi Numara’dan ayrılmıştım, aynı yapım şirketinin Yeditepe İstanbul’un da başlamıştım. Ait olduğun yeri biraz arayarak buluyorsun belki… 36 bölüm Yarım Elma’da Huşenk olunca ben korktum açıkçası. Diziler çok uzamamalı, en fazla iki sezon sürmeli… Her gün aynı adamı oynamak sıkıcı bence…
Üzerinden yıllar geçti ama hala izleyici Yeditepe İstanbul’daki seni unutmamış…
Aslında ikiye bölüyorum. Sinema seyircisi, aslında daha özel yapımları izleyen televizyon seyircisinin hatırladığı yer orası. Huşenk olanı hatırlayanlar da daha başka bir kitle…
Sinemada ‘hiç iş gelmiyor, doğru bir yerde miyim acaba’ dediğin zamanlar hiç oldu mu?
Maruf’tan sonra uzunca bir dönem bir şey yapmadım. Hiçbiryerde’ye kadar bir şey yapmadım. Orada da küçük bir rolüm vardı. Hiçbiryerde’den sonra aslında 2-3 senelik bir boşluk oldu. Nerdesin Firuze’ye kadar. Hayatımın ilk popüler filmiydi. Öyle bir korkum olmadı Ama bunun sebeplerini de araştırdım. O dönem dizilerde çalışıyordum. Ve sinema filmleri de yaza endeksli çekilmiyordu. O yüzden çalışmayan oyuncuları tercih ediyorlardı. ‘Ne oluyor acaba’ dedim ama korku değildi. Mutlu olduğum yerde olmak isterim tabii…
Düşünüyorum da uzun zamandır seni başrolde izlemedik… Pus’ta varsın biliyorum… Ama bu aralar biraz ‘misafir oyuncu’ tadındasın…
Adab-ı Muaşeret de varım… Bir de Güz Sancısı’nda varım ama yok gibiyim… O tatlı bir ricaydı kıramadık. Zor bir sahneydi ajanstan gelen oyuncular yerine kendi oyuncularını tercih etti, daha çabuk altından kalkacağını düşündü. Ona el vermek gerekiyordu. Ben role inanıyorum. Ortada bir rol varsa yaparım, küçük ya da büyük ya da diye bakmam…
Oyunculuk psikolojisi nasıl bir şey… Her role ‘tamam, hallederiz’ modunda mı yaklaşıyorsun?
O rolü kendi bedenimle tanıştırıyorum. Bir karaktere can olmaya çalışıyorum. Oturup aylarca çalışmıyorum. Sonuçta her sinema filminin senaristinin ve yönetmeninin düşü olduğuna inanıyorum. Kendimi de ona teslim etmeyi tercih ediyorum. Başka bir tiple oraya gelmek istemiyorum. Çünkü daha anlaşılır ve daha rahat yola çıkmış oluyorsunuz.
Ama bir yürüyüş buluyorum o adama. İlk yaptığım şey odur hatta. Oynadığım karakterlerin yürüyüşleri farklıdır. Mesela Pus’ta Tayfun’un (Pirselimoğlu) çok büyük bir oyuncu eğitimi var benim ve diğer oyuncular üzerinde. Yaratılan karakterleri aslında biz yorumluyoruz.
Gelelim son filmin Pus’a… İlk bilgileri alalım. Vizyonu belli mi? Rolün nedir? Filmin konusu?
İlk gösterimi Adana Altın Koza Film Festivali’nde oldu. Bağımsız bir film. Çok zor bir film oldu. İstanbul’un ya da büyük metropollerin kıyısında köşesinde sıkışmış, ama şehrin de dışına atılmak istemeyen, o varoşların üzerine şimdi koca koca siteler yapılıyor. Korunaklı, dış dünyadan kopuk, bir dış dünyası var artık metropollerin. Oraya sıkışmış, iletişim kuramayan, belki bunu bile tercih etmeyen insanlar var. Benim karakterim de öyle. Böyle bir çabası da yok. Yazık olan da sebepsiz yaşayan, sebep de aramayan karakterlerden biri… Bu giderek değişen bir karakter olacak. Günün birinde bir silah buluyor ve hayat oradan sonra başka bir yere gidiyor.
Varoşları konu edinen filmlerde bir artış var o zaman… Bu soruyla sık sık karşılaşabilirsiniz artık…
Şehrin içindeki varoşlardan bahsetmiyorum. Şehrin içine doğru hayat büyürken, şehrin dışında da banliyö tarzı bir yaşam başlıyor… Başka Semtin Çocukları aslında on yıl öncesinin hikayesi…
Benim anlatmak istediğim şehrin içinde ya da dışında yaşıyor olsunlar, o insanlara olan ilginin sinematografik olarak bu dönemde artış göstermesi…
Varoş filmleri çoğalacaksa bunun bir sebebi vardır. Sinema yapan herkesin yaşadığı anla ve zamanla ilgilidir ürettiği şey. Demek ki böyle bir sıkıntı var hayatla ilgili. Belki de ileride o sitede yaşayanların bunalımlarının çekildiği filmler olacaktır. Onu daha yaşamadık. Önümüzdeki 20 yıl içinde yaşanacak hikayelerdir bunlar.
Bıçkın delikanlı olma hali, sessizlikten sese geçme hali mi var, nedir?
İstanbul, Altınşehir’de geçiyor. İstanbul’u tam terk ederken oraya yerleşilmiş. Çok acayip bir bölge orası. Çekim yaparken her türlü vukuatın çıktığı yerin sabah programları sayesinde orası olduğunu öğrendik. Başroldeyim. Reşat isimli bir karakter. Buradaki adam sorunlu ve birtakım zihinsel problemleri var. Askerlik bile yapmamış. Çok yorucu bir karakterdi…
Bu rolle iddialı mısın peki?
Benim bir iddiam yok, oynadım, gördüm ve beğendim… İşin çok fazla başından beri içindeyim… Film biraz çocuğumuz gibi. Hak ettiği yeri bulmasını çok isterim. Ben oynamasam bile isterdim. Bir önceki film Rıza’nın da. Bu tarz filmler özel yapımlar. İlgi görmesi gerekiyor…
Çok sade bir anlatımı ve tavrı var Tayfun Pirselimoğlu’nun… Ne yazık ki filmleri az izlenen yönetmenlerden…
Evet, çok seviyorum… Aslında çok şey anlatmak isteyen bir tarzı var… Türkiye’de sinema seyircisi sayısı zaten yüz bin… Diğer filmleri izleyenler ise televizyonda yapılanları sinemada izleyenler. O yüzden onları genelin içine katamıyorum… Böyle bir durumda bu tarz filmlerin izlenmesini beklemek biraz iyimserlik olur…
Pirselimoğlu’yla ikinci filminiz…
Evet ilk defa oldu…
Diyelim ki bir yönetmenle iki filmde beraber çalışıyorsunuz… Üçüncü filminde doğal olarak başka bir oyuncu tercih ediyor. Ne düşünürsün?
Ben zaten öyle olmasını tercih ederim… Bazı ekipler var, her filmde aynı kişiler, aile gibi… İnandırıcılıklarını yitiriyorlar. Hayalinde hep aynı adamı oynayabilir mi? Bu çok saçma geliyor bana. Daha rahat ettiği bir ekiple ama teknik ekip, hem projeye, zamana fayda sağlıyor. Ama yine de en doğru ismi bulmak için çaba sarf ederim ben.
Keşke rol almasaydım dediğin, bir rol var mı? Hayata bakışına ve değer verdiğin şeylere uymadığını düşündüğün…
Hayır yok ama şöyle bir şey olmuştu. Sen de Gitme, yılar sonra Tunç Başaran filmleri gösterilirken tekrar gösterildi. Çok utandım. Çocuktum o zaman. Bugünkü aklım olsaydı durumlarını yaşamıştım mesela o zaman. Ama tabii değişim kaçınılmaz. Bunu oyunlarda çok yaşıyorum. Bir sezonda altmış tane oyun oynuyorsak, benim en iyi oynadığım sonuncusu oluyor. Her gün bir şey öğreniyor, seyirciden çok şey alıyorsun.
Kartal Sanat Tiyatrosu’nu yıllardır bırakmadın…
Evet orası benim evim gibi… Ama başka tiyatrolarla da çalışıyorum. Ama mutlu olduğum yer tabii ki Kartal Sanat Tiyatrosu’nun sahnesidir.
Türk sinemasının önlenemez yükselişi karşısında neler düşünüyorsun?
Tek korkum var. Teknik ekipmanın alternatiflerinin doğmuş olması. Kameraların bugünkü sistemle çok farklı ve ucuz bir yola girmiş olması. HD çıktıktan sonra, çok daha fazla plan çekip, çok daha fazla amatör ama daha sağlam ve daha çok ürün verebiliyorsunuz. Bunun sonunu merakla bekliyorum. Çünkü henüz görmedik sonuçlarını. ‘Herkes bunu yapmalı mı’nın cevabı bir beş sene sonra ortaya çıkacak çünkü. Yapıyorlar böyle filmleri ama salon bulamıyorlar. Bulamayacakları daha senaryo aşamasında belli ama. Ama hasbelkader bir yerlerde görebiliyoruz. Mesela televizyonda. Yani çok kolaymış gibi görünüyor herkese bir sinema filmi çekmek. Sinema filmi çekebilmek için çok sağlam entelektüel birikimin olması lazım. Söyleyecek sözünüz olması lazım. Bunlar eksikse film de eksik olur. Bu toprakların her yerini bilmeden, senaryosunu burada kurup, Anadolu’da bir film çekebilir misiniz? Bir de Hollywood’dan etkilenip film çekenler var. Kamera, oyuncu var hadi film çekelim diyorlar. Aslında bu 2-3-4 milyonluk gişe yapan filmler de sağlam mı çözebilmiş değilim. Türk sineması tam bir dil oluşturmak üzereydi bence. Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem, Derviş Zaim ve Tayfun… O kuşağın filmleri dili oluşmuş, belki de Türk sinemasını oluşturacak isimlerin önüne şimdi Hollywood çakması filmlerle çarpışma durumu çıktı. Ama sonuçta dünya bizi bu filmlerle tanıyor, Hollywood çakması filmlerle değil. Son dönemde izlediğim Sonbahar bunu her yerde söylüyorum tüm zamanların en iyi Türk filmidir. Ve bağımsız sinemanın seyirci getiren filmidir.
Bağımsız filmlerin popüler olmasını neye bağlıyorsun?
Bağımsız yapımları bugünlere taşıyan sinema eleştirmenleridir. SİYAD’dır, sinema yazarlarıdır ve gazetelerdeki sinemayı bilen sinema yazarlarıdır. Demirkubuz’un, Ceylan’ın daha büyük sesler getirmeden önce sinema yazarlarının yazdıkları, onlara verdikleri destektir. Hiçbir şekilde reklam yapılacak şansları yok bu filmlerin. Çünkü reklam verenlere göre de reklam değeri olan işler değil bunlar. Ne zaman olur? Gidip Cannes’da en iyi yönetmen alırsanız işin reklam boyutunu da, magazinsel boyutu da başla türlü olsa da başlıyor. Dünya tanıyor, izliyor bu filmleri ama kendi ülkemizde nedense böyle özensiz bir tavrımız var. O filmlere konu olan karakterlerle özdeşlik kurup, aynı şeylerle karşılaşmak istemiyorlar bir daha. Ama hayat bir yandan da bu…
Rol seçer misin?
Bütün oyuncuların işi karakter yaratmaktır. Ben rol varsa oynamak isterim. Ben jön değilim. Ben oynamayı ve oynadığım adama nefes vermeyi seviyorum. O yüzden rol ayrımı yapmam. Karakter oyuncusu diye bir şeye de inanmam… Roller ve oyuncular vardır sadece…