Beyazperdenin heybeti farklıdır, herkes için farklı bir yansıma sunar seyirciye… Son zamanlarda beyazperdede bir taksici tiplemesiyle ya da bıçkın delikanlı raconuyla ödüllere uzanan, beyazperdenin heybetini büyük oyunculuğuyla dolduran bir oyuncu var… Volga Sorgu… O bu sene birçok filmde karşımıza çıktı, çıkmaya devam edecek, biz de bir kere sorularımızla onun karşısına çıkalım istedik… Sektöre dair ne varsa masaya yatırdık… İyi okumalar…

Banu Bozdemir

Çok çok geniş bir çevren olduğu söyleniyor. İstersen önce bununla başlayalım…
İnsanlarla tanışmayı seviyorum. İnsanlarla tanışırken meslek gruplarına bakmıyorum. Hakir gördüğüm hiçbir meslek grubu da yok zaten. Hayatımın geçtiği yerleri de göz önüne aldığım zaman herkesle muhabbetim, sohbetim vardır. İstanbul’a gelmeden önce Tunceli’deydim. Orada da böyleydi. Sonra Bilgi Üniversitesi Sinema TV bölümünü burslu olarak kazandım. Sinemaya dair akademik hayatım başladı. 2001 senesinde de Sır Çocukları filminde önce kamera arkasında çalışmak üzere sonrasında oyuncu olarak bu işe başlamış oldum.
Oyunculuk senin içim de öncesinde içinde yeşeren bir fidan mıydı?
Evet, lise yıllarında düşünüyordum. Küçükken yoktu, çünkü ben televizyonda gördüğüm her şeye inanırdım. Onun gerçek zannettiğim için bir meslek olarak algılamıyordum. O dönem Susam Sokağı’nı izler, televizyonun camını açıp içeriye girmek isterdim. Bu hemen herkesin başına gelen bir şeydir. Çok erken oluşmadı. Ama belki de bir insanın mesleğe bakışı doğduğunda belirleniyordur. Tamam sonra idrak edip karar veriyorsundur ama genleriyle alakalı olabilir. Doğarken ne yöne eğilimi ve gücü olduğu bellidir aslında. Ama Türkiye’de kimse istediği mesleği yapamıyor. Üniversite sınavlarında yüzde beş gibi bir oran istediği bölümü kazanıyor. Yüzde 95’i ise istemediği bölümleri tercih etmek zorunda kalıyor. Bu yüzden de işini sevmeyen, işini bilmeden yapan insanlar oluşuyor.
Tinerci rolüyle sinemaya başladın. Nasıl bir başlangıç oldu, sonrasına etkisi neydi?

Ben ilk tinerciyi İstanbul’da gördüm. Daha doğrusu tinerin sentetik inceltici kimyasal olarak işe yaradığını, kafa ve bağımlılık yaptığını ve bu şekilde sokakta yaşayan insanlar olduğunu gördüm. Zaten buraya ilk geldiğimde dikkatimi çeken tinerci sokak çocuklarıydı, travestilerdi, bir de siyahilerdi. Geldiğim yerde görmediğim üç insan modeliydi, tipiydi. Film oyunculuğuna böyle bir rolü oynayarak başladım. Sonrasında dört sene iş yapmadım. Türk sineması kısır bir döneme girdi. İkincisi, ahkam kesmek istemiyorum ama, inandırıcı oynamak durumu oyuncunun dezavantaj olarak karşısına çıkabiliyor. Marjinal bir karakteri inandırıcı oynadım. Hiçbir tinerci başrol oynamaz, televizyon dizilerinde bölüm oyuncusu olarak yer aldım ve hep oralara bu rol üzerinden çağrıldığım için oralara da gitmeme kararı aldım. Çünkü rol üzerime yapıştı. Ben yetenekleri sınırlı ya da bir yönde gelişmiş bir insan değilim. Oyunculuğa yeteneğim alt dallarıyla var. Bugün biraz daha rahat konuşabiliyorum. O zaman deneme süreciydi. Yanılsaydım devam etmezdim. Oyunculuğu bu yüzden de bırakmamış olabilirim. Reji ve senaryo eğitimi alıyordum ama oyunculuk yapıyordum. Eğer bıraksaydım, adam sadece bu rolü oynayabiliyormuş, oynadı ve bitti diyeceklerdi. Biraz da buna cevap verebilmek adına inadımı korudum. Filmlerde oynadım ve oynuyorum da…
Seni daha çok sinemanın muhalif ve farklı yönüne bakmaya çalışan yönetmenlerin filmlerinde görüyoruz… Ve genelde de ilk filmini çekenler… Bu bir tercih mi yoksa tesadüf mü?
Şimdi biz farklı frekanslardan gelen insanlar değiliz. Kazım Öz ve Hüseyin Karabey’den bahsediyorum. Rol ya da senaryo üzerine empati kurarken, zaten bildiğimiz bir dünya olduğu için o senaryolar, role hazırlanmak ve benzeri durumlardan avantajlı bir konumdayım esasında. Muhalif bir sinemada yer alacağım, bu tarz filmlerde oynayacağım diye bir tercihim yok, kesinlikle de istemem. Biraz da sürecin etkisiyle, sonuçta oynadığım filmleri ben yazmadım. Böyle senaryolar vardı, bana ihtiyaç vardı. Ben de elimden geleni yaptım. Benim oyuncu olarak yönetmenin derdini hızlı idrak ediyorum… Bu işi anlamazsam zaten o işe ortak, yönetmene yaren olamam. En temel olarak yönetmenle iletişime önem veriyorum. Zaten yönetmeni anladığın zaman filmini de anlayabiliyorsun.
Kelebek’ten bahsedecek olursak… Aslında sen kendi rol yelpazende hem de film içindeki karakterlerde en apolitik olansın… Yani filme bir ‘Kelebek’ etkin yok. Film Kaide ve 11 Eylül olaylarını merkez alırken sanki biraz taraflı davranıyor. Bu anlamda eleştirildi. Senin bu filmle ilişkin nasıl başladı?
Amerikan hükümetini över gibi bir yanı olsa bile bu filmin sonunda çürüyor. Bütün bu atraksiyonu Amerika’nın organize ettiğine dair bir replik var karakterin söylediği. Esasında da bütün oklar orayı gösteriyor. Filmin dramatik örgüsünde kusurlar olabilir. Ama ben yine de bu filmin 11 Eylül gibi bir bölüm açıldığında içinde olacağını düşünüyorum. Bu filmin

alıcısı olacak, Türk sineması içinde garip, marjinal örneklerden biri olacak. Ben bu açılardan ve olumlu bakıyorum. Filmin elbette ki kusurları var. Film benim en sevdiğim on filmden biri değil ama lazım bir film sonuçta.

Tanıyor muydun yönetmenini?
Yok hayır. Bana ulaştılar ve ben de kabul ettim. Ben biraz da uluslar arası boyutuna bakıyorum bu filmin. Performansım sınırlı olsa da birçok milletten insanın yorumuna açık olacak. Bizim yaptığımız çoğu film içeride kalıyor. Bir de iyi bir yapımcımız vardı. Ötekilere kapak olsun diyorum. Türkiye’de sinema yapanlar içinde bazı kartondan solcular da var. Öyle gerilla sineması muhabbetleriyle oyuncunun damarına girip, ondan sonra filmi sadece kendisine bırakan yapımcı ve yönetmenler var. En azından Mahmut Bengi öyle bir adam değildi ve bunu bana ispat etti. Her meselenin özü samimiyettir. Verdiği sözleri tutması hoşuma gitti. Bana göre karakter de fena değildi. Dediğim gibi sınırlıydı ama.
Genç bir oyuncunun daha 15 – 20 filmini daha görmeden onun genel oyunculuk tarzına ve stiline dair yorumlar için erken olabilir. Hani diyorsunuz ya muhalif filmler falan. Sadece dönem bunu gerektirdi. Zincirbozan’da bir dev-sol militanını, Fırtına’da anarşist-yurtsever birini, Karabey’in filminde Diyarbakırlı taksi şoförünü oynadım. Kelebek’te hastalıklı, derdine derman için bir yerden bir yere götürülmüş ağabeyi oynadım. Kardeşine engel olmaya çalışan ama olamayan… Başka Semtin Çocukları ve Kara Köpekler havlarken ikisi de kenar mahalle hikayesi. Simo ve Çaça Celal, esasında Güngören’de kanka olabilirler. Hatta izleyenler ikisinin de benzediğini söylüyor. Kenar mahalle işte, çarp böl, çıkart parçala ama tipoloji bu işte. Zaten temsili karakterler onlar. Simo bir modeldir. Aman aman özellikleri yoktur, genel bir karakterdir.
Başka semtin Çocukları’nda özellikle ‘varoş’ kelimesini hem film içinde hem de sonrasında kullanmamak gibi bir durum hasıl oldu? Nedendir sence?
Argoda bir karşılığı mı var acaba diye düşünüyorum ama gocunulacak bir durum da değil. Rahatsız etmemeli bence. Belki ekstra bir incelik olarak düşünmüşlerdir. Başka semt, arka mahalle, varoş, getto… Bunun birçok adı var. Grup yorum şarkılarında varoş geçer mesela. Yorumun kalbi de gazidir zaten. Bu düzeltilmesi gereken bir tabir değildir, neyse odur bence.
Kara Köpekler Havlarken ve Başka Semtin Çocukları’ndaki tiplemeler ne derece gerçekçiydi sence?
Kenar mahallelerde böyle yaşayan insanlar var. Böyle bir harman var. Ama her yerde var. Asker uğurlama, askerden dönenin beklenmesi Türk insanının ritüelleri. Yırtma sevdasında olan insanlar da her yerde var. Bir zamanlar solcu olan sonradan değişmiş insanlar da her yerde var. Karakterler bence gerçek.
Filmlerde sanki biraz kompleksli tipleri canlandırıyor gibisin? Mesela Barda’daki tiplemen de öyleydi…
Barda’daki tipleme daha masumaneydi. Başka Semtin Çocukları’ndaki Simo kesinlikle kompleksli bir karakter. Filmin montajda giden kısımları da olsa, en yakın arkadaşını vurmaya götüren motivasyon da hazır olacak ama… Ne yazık ki motivasyon montaj kurbanı bu filmde. Yaşayamamışlıktan, bunu kendine dert etmekten geliyor bu kompleksi de. Hemen bir kıyas yapacağım. Simo mesela Barda’daki çırağın yerine bara girseydi, en az ağabeyleri kadar kötülük yapardı. Bu anlamda çırağı Simo’dan ayırmak lazım. O vicdanın temsiliydi aslında. Grubun elebaşının vicdanıydı…
Bugüne kadar gelen her teklifi değerlendirdin mi? Biz seni o teklifler doğrultusunda mı izliyoruz…
Oynamadığım film sayısı, en az oynadığım film sayısı kadar. Hatta başlayıp da anlaşıp da bıraktığım filmler var. Bu yüzden adım kötü anılabilir yani. Bu performansı hak etmeyen hiçbir filmde oynamam. Verdiği sözü yerine getirmeyen, oyuncusuna samimi olmayan yönetmen ve yapımcılarla çalışmayacağım. Bunu bu işe başlarken de söyledi, şimdi de söylüyorum.
Bu konuda epey dertli görünüyorsun… Belki de birçok oyuncunun sorunu bu aynı zamanda…
Bana para veremeyecek prodüksiyona cebinden para bile veririm demiştim bir söyleşide. Yeter ki film olsun dedim. Bunu söylerken 21 yaşlarındaydım ve ilk filmimdi. Bu kadar süre içinde iyi niyetli ve samimi olmanın gereksiz olduğunu gördüm. Bu işin içindeki rantı da gördüm. Bu işi ben para kazanmak için tercih etmedim. Para nedir bilmezken ben bu işe meylettim çünkü. Bu işi o kadar inanarak yaptım ki bu işten para bile yiyemedim. Bu sektörde ciddi bir karaktersizlik var. İnsan emeğini sömürerek olmaz. Hep çifte standart var. Bir de bölüm oyunculuğu ve yardımcı rollerden gelen biri olarak, figüratif rollere çıkmış biri olarak bu kontrastı çok iyi görüyorum. Şimdi tepe rollere, adından söz ettirecek rollere geçmiş biri olarak bu ayrımı çok iyi biliyorum yani. Bir emekçinin hakkı sömürülecekse film yapılmasın bence. Bir haksızlık varsa, bana ve bir başkasına da yapılmıştır yani…
Daha gösterime girmedi ama Kara Köpekler Havlarken’le ilgili bir durum var. Filmde bir köpeğin ölmesi birazcık filmin önüne geçti sanki… Filmin oyuncusu olarak ne söylersin?
Doberman ya da pitbull marka bir köpek öldü, evet. Marka diyorum şimdi bu da sorun olacak. Hayvanları çok severim. Hatta bir kedim var. Ben bir parçalanma sahnesi çekeceğim için kolumu köpeğin ağzına bıraktım. Bayağı cebelleştik. Tabii eğitmeninden aldığım tavsiyeler üzerine. Yoksa bu marka köpeklerin yanından geçmem. Ama çocukluğum bir o kadar pastoral yani. Hayvan boyandı, sanırım alerji kapmış. İki kere veterinere götürüldü. O korkunç hayvan bir anda fenalaştı. Köpeğin adı Amy’di. Ben de Amy Winehouse’a olan hayranlığımla Amy gelsin dedim. Kendimi öyle telkin ederek, ö köpekle kapıştık yani. Orada bana da bir şey olabilirdi. Ya da diğer arkadaşım Cemal’e. 20 saati bulan çekimde biz motivasyon aradık ve psikolojimizi bozduk. Hani bunun hesabını kim soracak. İki gün benim kulağımdan köpek sesleri çıkmadı. Üzücü bir durum, talihsizlik… Yönetmen de bu sahnede köpeği öldürmemiz gerekiyor, hadi öldürelim diyecek bir adam da değil. Bunu sadece bir gazetecinin olayın üzerine gitmesi olarak algılıyorum. Köpeğin sahibiyle de bir sorun olmadı. Herkes üzüldü sonuçta. Bir film için bir hayvanı öldürmek gereksiz sonuçta… Bir canlıyı öldürmek var işin ucunda… Buna gelmeden önce oyuncuların ve settekilerin sağlığı söz konusu… Hiçbir sette ambulans yok. İnanılmaz sahneler çekiyoruz. Ben oyuncuyum, dublör kullanmak istemiyorum. O anı da ben yaşayayım diyorum mesela… Ama sorun bu memlekette verilen değerlere gelip dayanıyor. Filme dair de isyanları algılıyorum. Onun bedduasının da babamdan çıktığını umalım diyelim. Babamı geçen hafta köpek ısırdı, iğne vuruluyor falan…
Bundan sonra oyunculukla ilgili hayallerin ne yönde olacak?
Senaryosunu benim yazdığım bazı filmler var. Bunlardan ikisinde ben varım. Mesela o filmlerde oynamak istiyorum. Tam da bahsettiğimiz kenar mahalle filmlerinin zirvesini yapıp, bir dönemi kapatmak istiyorum artık.
Bir anlamda da yeni başladı aslında böyle filmler…
Doğru diyorsun ama benim senaryolarım da kıymetli. Beni arıyorlar, gelen senaryoların beşi gettodan bir adam. İyi, güzel de. Onları da oynarsam, daha onlarda oynamadan yazdığım senaryolar, benim rollerim ne olacak? Sıkılmış olmaktan korkuyorum. Bu yüzden önceliğimin kendi yazdığım senaryodaki karakterler olmasını istiyorum. Kaledeki Yalnızlık diye bir senaryom var, görüşmeler devam ediyor. O filmde yokum ama. O filmden bana rol çıkmadı. Onun akabinde Soğukkanlı Tesadüfler diye bir film var. Bunun dışında film mevzusuna iki üç yıl ara verip, Avrupa sinemasından devam etmek gibi bir planım var.
Artık daha kolay yurtdışına açılmak…
Mesela Al Pacino’yla baba oğul oynamak isterim. Oynar ve oyunculuğu bırakırım mesela. Ben bu işi ölene kadar, yani sonuna kadar yapmayacağım bunu biliyorum. Şu an yapıyorum. Sanki bahsettiğim bu sürenin bittiği yer gibi…
Oyunculuk bitmez aslında oyuncu için… Niye bu kadar yolun başında böyle düşünüyorsun?
Ben sinemaya dair bir şey düşünmüyorum. Sonuna kadar bu işin içinde kalacağımı düşünmüyorum. Yedi sekiz sene başka yerlere gideceğim. Ticaret yapmayacağım kesin. Beni mutlu edecek başka işler yaparım sanırım.
Popüler olmak istemiyorsun sanırım…
Popülerlik benim için riskli bir durum. Ya da televizyondan istemeyeceğim bir durum. Perdeden gelen popülariteye eyvallah. Nitekim de insanlar beni perdeden tanıyor. Bu inatçılığım bana maddi anlamda kaybettirdi ama böylesi daha güzel diye düşünüyorum.
Sen biraz da her şeyin dengeli ve mükemmel olmasını istiyorsun sanırım… Ya da en azından bundan sonra…
Destek hali illa olmalı ama… Ama bu işten para kazanan, ev geçindiren insanlar var. Benim için kolay. İlişkilerim üzerinden yaparım ama bu değil. Sorun sektörel.
Bir de madalyonun öbür yüzü var ama. Herkesin düzenli bir biçimde para kazandığı set ortamları da var. Seyirci de koşarak gidiyor o filmlere… Onları tercih eder misin? Türkiye’de sanatsal olarak çekilmiş bir film, o rakamları bulduğu zaman bu ülke sineması kurtulacak. Buna eminim. Rakamların artması tam da istediğimiz yere getirecek meseleyi. O tip filmlerde oynamam sanırım. Bir mesele anlatmak önemli. Ticari bir filmin kastı yapılırken reytinge bakılıyor. Bu durum biraz rahatsız ediyor. Öyle bir hale getirdiler ki komedi sinemasından vazgeçecek hale geldik. Çünkü güldüren filmler ucuz espri, sulu komedi… Nitelikli sinema seyircisi olarak yok yere tavır aldık. Woody Allen, Jim Carrey de yapıyor bu işi. Gayet de güzel yapıyorlar. İki tane ucuz espriyle insanları güldüreceğim diye ben oynamam o filmlerde. Kemal Sunal ve tayfası… Hepsi ayrı ayrı oyuncular… Hepsi alıp götürüyorlar… Zeka parıltısı olsun birazcık. Öyle filmlere gülen bir izleyici de beni izlemeye gelmesin. Ben de seyirci seçiyorum yani. Herkes de beni izlemesin…

Banu Bozdemir
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu. Sinema yazarlığına Klaket sinema dergisinde başladı. Dört yıl Milliyet Sanat dergisi ve Milliyet gazetesinde sinema yazarı, kültür sanat muhabiri ve şef yardımcısı olarak çalıştı. İki yıl Skytürk Televizyonunda sinema, sanat ve ‘Sevgilim İstanbul’ programlarında yapımcı, yönetmen ve sunucu olarak görev aldı. Antrakt Sinema Gazetesi’nde iki sene editör olarak çalıştı. Tarihi Rejans Rus Lokantasına hazırlanan ‘Rejans Tarihi’ ve ‘Rejans Yemekleri’ kitabının editörlüğünü yaptı. Rejans Rus lokantası başta olmak üzere birçok şirketin basın danışmanlığı görevini üstlendi. Film + sinema dergisine Türk sineması röportajları yaptı. Küçük Sinemacılar, Benim Trafik Kitabım, 'Çevremi Seviyorum' adı altında on iki tane ‘çevreci’, dört tane fantastik çevre temalı yirminin üzerinde çocuk kitabı bulunuyor. Sosyal medyada yolunu kaybeden bir genç kızın maceralarını anlattığı ‘Leylalı Haller’ yazarın ilk romanı. Kaşif Karınca ise beyaz yakalılara çocuk kafasıyla yazdığı ufak bir yaşam manifestosu özelliği taşıyor. TRT’ye çektiği ‘Bakış’ adlı bir kısa filmi bulunuyor. Halen aylık sinema dergisi cinedergi.com'un editörü, beyazperde.com ve öteki sinema yazarı. Kişisel yazılarını paylaştığı banubozdemir.com sitesi de bulunan yazar filmlerde ve festivallerde jüri üyesi olarak görev alıyor, filmlere basın danışmanlığı yapıyor, sinema ve kısa film atölyelerinde ders veriyor. Çocuklarla sinema ve çevre atölyeleri düzenliyor.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.