Banu Bozdemir
Türk sinemasının jönü kim dense 1970’li yıllarda o akla gelirdi herhalde… Sonra yakışıklı Ferit hallerini bir daha açmamak üzere kapattı ve görüntüsüyle pek de uyuşmayan siyasi rollere geçti… Seyircisi onun Ferit hallerini hiç unutamasa da bu yakışıklı, uzun boylu adamın değişimine saygı duydu ve filmlerini bağrına bastı… Bugüne kadar yaklaşık 120 filmde rol alan Tarık Akan bu haftaki konuğumuz… Deli Deli Olma filminin Mişka’sı, 80 yaşındaki yalnız adamı… Akan’la Türk sineması genelinde ama siyasete de hafifçe bulanmış bir söyleşi yaptık… Huzurlarınızda…
Oyunculuğunuzu çeşitli aşamalara ayırmak mümkün… 1970 – 75 arası jön dönemi, sonrasında daha siyasi bir sürece giriyorsunuz… Sonrasında uzun bir ara ve tekrar filmlerle buluşma…
1970 yılında sinemaya başladım. 1974’te de çizgi değiştirmeye başladım. Aradan da geçen dört yıl içinde de kırka yakın film çektim. Oyunculuğun nasıl bir şey olduğunu öğrendim denemez ama öğrenmeye çok hevesli ve azimli bir kişiliğim vardı. Ve son sürat oyunculuğumu geliştirmek için arkadaşlarım ve dostlarım sayesinde her türlü ilişkiyi kurdum. Çok önemli ustalarla birlikte oldum gece gündüz. Bir daha 70’li yılların başında yapmış olduğum 40 tane film tarzında film yapmama kararı aldım. Bu da ister istemez beni ekonomik olarak çok zorladı. Hem de seyircinin alışık olduğu, bildiği Tarık Akan tipi gitti yerine bambaşka bir şey geldi. Bunu kabul ettirmek de çok zor oldu. Bu arada harcanmış filmlerim var arada. Bir tanesi Canım Kardeşim’dir. 1974’ün sonlarında Ertem Abi (Eğilmez)’yle çektiğim. Kardeşi kan kanseridir ver onu kurtarmak için televizyon çalarlar. O arada çocuk ölür. Mesela hiç iş yapmayan filmlerimden birisidir. Bende çok severim. Sonra Ertem Abi bana çok kızdı. Sen istedin diye bu tarz filmler çekiyorum ama seyirci seni böyle sevmiyor dedi. Ben yine de ısrarcı davrandım. Bu sefer sanıyorum 75’in sonlarıydı, Şerif Gören’le Nehir diye bir film çektim. Oda Deniz Gezmiş’in arkadaşı Sinan Cemgil’in hayatını anlatan; Hasankeyf’te başlayan bir sal macerası. Jandarmadan kaçan bir devrimciyi oynuyorum. O da iş yapmadı, yattı. Çok sevdiğim bir filmdi. Ben ondan sonra Arzu Film’den koptum. Kopuş o kopuş. Ondan sonra Türkiye’nin en karışık dönemleri . Örgütleme, düzenleme aynı zamanda oyunculuk geliştirmek için dostlarımla sabahlara kadar sohbet etme, bol bol kitap okuma dönemleri. O sırada Yavuz Özkan’la Maden filmine başladım. Maden işçilerinin sorunlarını anlatan, sarı sendikaya patron tarafından bakan, gerçek bir sendika olmayan bir ortamda sendikaya girmiş işçiyi oynadım. Filmin politik bir altyapısı vardı ve tüm ülke tarafından büyük bir özveriyle karşılandı. Filminde ortaklarından birisiydim. O filmden sonra seyirciyi inandırdım. Evet orada bir işçiydim ben. Yakışıklı, uzun boylu, fıstık suratlı adam gitmiş, yerine inandırıcı, meselesi olan bir adam gelmişti. Ondan sonra da arkamı dönüp bakmadım. Sonra arkasından Sürü filmi geldi. Güneydoğu filmi. Sonra arkasından her yaptığım filmi Güneydoğu’ya taşımaya başladım. Güneydoğu’da yaptığım birçok filmim vardır benim.
Yoruldum artık. Meslek yorgunluğu başladı. Biraz da paran varsa hayır demeye başlıyorsun. Bu da keyifli bence. Arada bir film çekmek hoş. İşte en son filmimi dört yıl önce çekmiştim.
Son filminiz Vizonte Tuuba’da doğuya sürgüne gönderilen bir öğretmensiniz. Türk sinemasının doğuyla olan hesaplaşmasının devam ettiğini söyleyebilir miyiz? Türk sineması doğuya karşı yeterince ilgili mi?
Artık yok, olmasına da gerek yok. Benden önce Yılmaz abi (Güney) her şeyini koydu ortaya. Yılmaz abiden sonra da ben koydum. Bizim bütün derdimiz Türkiye’nin bütün uçlarıyla beraber bir bütün olduğudur. Bir yerde bir çöküntü, bir yalnız bırakılmışlık varsa bir sinemacının söylemesi gereken bir mesaj olmalıdır. Ben her zaman en kötü bir aşk filmimi bile Güneydoğuya taşıdım. Doğu ta Osmanlı’dan beri yalnız bırakılmış, itilmiş kakılmış bir bölgedir. Bunu resim olarak da alın görün. Yaşadıkları yer budur, kıyafetleri budur, bunları yerler ve böyle yaşarlar. Bunlar T.C. vatandaşıdır diye koyarız ortaya. Ondan sonrası iktidarlara ve devlete kalır. Ama hiçbir şey yapılmadığı için her şey karmakarışık. Ben bir sinema oyuncusu olarak mesaj vermeyi bir görev olarak bilirim.
Siz genelde sinema – sanat konuşacakken, gazetecileri öğrencileri ya da yanınızda bulunanları, size politik sorular sormaya sevk eden bir yapıya sahipsiniz…
Çünkü bu ülkede bir sinema oyuncusu iseniz, sinema oyunculuğu üst noktada hakim bir durumda ise o zaman yaptığın veya yapacağın her yapıtı ülkenin insanlarının refahı için yapmak zorundasın. Bu asli görevdir. Komedi bile yapılıyorsa bu mutlaka onu seyreden insanlara bilgi birikime dayalı bir şeyler vermek zorundayız. Biz dünya toplumuna tam anlamıyla katılmış bir toplum değil isek o zaman bize çok fazla görev düşüyor demektir. Bir taraf olarak konuşuyorum. Benden taraf olmayanlar beni sevmiyor olabilir. Hiç umurumda değil. Benim tarafım çok açık ve nettir. Atatürkçü bir temele oturan, sol tandanslı bir oyuncuyum. Bundan da çekinmem.
Siz hiç dizilerde oynamayı tercih eden bir oyuncu olmadınız…
Denedim aslında, ama dizinin sinema mantığıyla uzaktan yakından alakası yok. Yani artık fiziki olarak altından kalkamıyorsunuz. Sabah saat sekizde sete gidiyorsunuz gece 12.00’ye kadar devam ediyor. 18 saat çalışıyorsun. Kamera arkası genç neyse ki… Yoksa çok fazla can kaybı olabilir. Çağa yakışmayan bir mantıkla çekim yapılıyor. Halbuki dört günde değil de on günde bir bölüm istiyor olsalar, 60 dakika değil de dünya standartlarında bir uzunluk isteseler her şey hallolacak. Biz sinemada 90 dakikayı aşağı yukarı bir buçuk ayda çekiyoruz. Onun için hayır diyorum. Yoksa sinemadaki özlemimi orada giderme, uyuzumu kaşıma imkanım olabilirdi. (gülüşme)
Kara Toprak diye bir film çekmeye başlamıştınız. Onunla ilgili son durum nedir acaba?
Proje kaldı. Filmin jeneriğini ve finalini çektim. Ama orta kısmı için para bulunamadı. Sistemler çöktü. Oyuncularım büyüdü. İlerde çekilirse her şey yeni baştan çekilecek. Fazıl Say’a ayıp ettik. Onun müzikleri üstüne kurulmuş bir projeydi. Tam 12 Eylül filmi denemez. Tüm dünyadaki askeri darbeleri anlatan, genel olarak darbe kavramını anlatan bir filmdi. Dünyada artık askeri darbe dönemleri bitmiştir. Başka sistemler var. Ordu bir maşa gibi kullanılmıyor, kullanılmayacak da bence… Bütün dünyayı kapsayan bir konusu olduğuna inanıyordum benim Kara Toprak’ımın…
Şerif Sezer’le yıllar sonra aynı filmde buluştunuz. Deli Deli Olma’nın sizi çeken yanı nedir?
Duyguyu çok güzel ifade etmek edebiyatta, şiirde ve senaryoda olur. Tiyatro teksinde de bu kadar yoğun yakalamak zordur. Edebiyatta yazdığın zaman yakalayabilirsin ama lafa dayalı bir anlatım vardır. Onu resimlemek çok zordur. Ama senaryo dediğin zaman hem resmi, hem mizanseni hem de diyalogu vardır. Her şey, vardır. O yüzden senaryodaki duygu diğer yazım sanatlarındaki duyguya benzemez. Senaryoyu okur okumaz o duyguyu yakaladım ve iki seksen hemen evet dedim.
Yaşlı ve yalnız bir adamı oynuyorsunuz. Pabuç diye bir karakter var, onunla atışma yaşıyorsunuz?
Filmin başrolünde piyano var. Piyanonun yanında 12 yaşında Alma diye bir kız var. Başrol onların. Pabuç benim her şeyimi vermeyi düşündüğüm bir kadın. Yaşlar geçmiş ikimizden de ama aslolan Oradaki Alma. Benim adım Mişka. Rus’um. Pabuç da Anadolu’da çok kullanılır. Kızınca pabuç atana derler. Kars’ın güzel bir köyünde, orayı daha da güzelleştiren bu oyuncu kadrosuyla her şeyi güzel bir biçimde ortaya koyduğumuzu sanıyorum. Umut ediyorum ki seyirciler de benim kadar sever.
Arada aşk ve nefret ilişkisi var sanki…
Şimdi bana bütün senaryoyu anlattıracaksın… (gülüşme) Aşksız film olur mu hiç… Bizim filmimizde de var.
Hikayeye baktığımızda herhangi bir yer ve zamanda da geçebilirmiş gibi. 93 Harbi sonrası olmasının filme olan katkısı nedir?
Çok şey katıyor. Çünkü orada bir kültür var. Anadolu insanına karışmış olan çok önemli kültürler var. Ermenistan’dan, Azerilerden, Araplardan, İran’dan, Rusya’dan bir kültür girmiştir bu ülkeye… Taa antik çağlardan bu yana… Ülkemiz ne kadar bilincinde, ne kadar sahip olabiliyorlar… Getirdiklerinde adam gibi sahip çıkılsaydı, bugün dünya çapında bambaşka bir yerimiz olurdu. Ama hep farklılaştırılmaya çalışıldık. Bu böyle de gidiyor. Onun için bu kültür, oradan girmiş. Bir Malakan grubu. Bir milyona yakın bir göç. Dağıla dağıla geliyorlar. En büyük bölümü Kars tarafına geliyor. Ve de çok şey bırakmışlar. Değirmeni, kaşar peynirini, patatesi, sevgiyi, güzel kızları, ev yapma tekniğini onlar getiriyor. Getirdikleri kalmış ve bitmiş. Azerbaycan’a gidin. Hala çok büyük Malakan köyleri olduğu söylenir orada. Örnek köylermiş onlar. Filmde de bir tek ben kalmışım Malakan olarak orada…
Ama Türk köyleri teknolojiden, gelişmeden bi haber…
Köylüler hala sefalet içinde. Özellikle doğu köyleri… Bir de devletin orada yatırım politikasının çok ciddi olması gerekir. Doğu ve Güneydoğu doğal bitki olarak hayvani gıda yetiştirecek en önemli bölgelerden biri. Ama şimdi orada hayvan yok. Var gibi görünüyor ama yok. Bundan 30 yıl önce oralara film çekmeye gidince dağları hayvan olarak görürdüm. Rengarenk milyonlarca hayvan vardı. Artık et büyük şehirlere yurt dışından geliyor. Bu da Özal’la beraber başlamıştır bence…
Oğlunuzla ilk defa bir filmde rol aldınız. Onu kendinize benzetiyor musunuz ve oyuncu olmasını destekler misiniz?
Bugünlerde Amerika’ya ona bir mesaj çekeyim diyorum. Oğlum bak, bütün gazeteciler bana hep bu soruyu soruyor. Eğer oyunculuk yapacaksan, mastırını yaparken arada bir oyunculuk atölyesi ya da okuluna yazıl diye sorayım mı diye mesaj atayım diyorum. (Gülüşme) Beni ilgilendirmez. Oyunculuğu seviyor sonuçta. Ama karar ona ait.
Oğlunuz gençliğinizi canlandırırken eski günlere özlem duydunuz mu?
Ben de öyle şeyler olmaz. Ama kameranın önünde çocuğunu görmek bir baba olarak çok enteresan, çok güzel bir duygu…
Oğlunuz da dahil olmak üzere gençleri politik anlamda nasıl buluyorsunuz?
Kötü ama ben bunlara gençlerin sorunu olarak da bakmıyorum. Bunun altında yine 1980 askeri darbesi yatar. Bu darbenin yapmış olduğu bilinçlendirme ve kanuni birtakım engellerden dolayı üniversitelerdeki bütün oluşumun değişimi, ilköğretimde çocukların kitaptan uzaklaştırılması, okumayan araştırmayan bir toplum haline getirilmesi hep o dönemim ürünüdür. Bu toplumda okuyan, araştıran mutlaka yırtar ve öne geçer. Yoksa bunun zekayla çok ilgisi yoktur. Bütün dünyayı bütün dünyadan öğreneceksin. Kendi ülkene kapanıp, dünyayı öğrenmeye çalışmak da yanlıştır.
Son dönem Türk sinemasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Film çekimleri bayağı ağırlık kazandı…
Ben çok fazla umutlu görmüyorum. Hele bu ekonomik krizde en büyük yarayı sinema sektörü alacaktır. Çünkü pahalı bir sanat. Sinemaya dahi gidecek seyircinin parası olmazsa, krizde en büyük tokadı sinema yer. Açılmış olsa bile dünyada festivallerde çok önemli bir yere gelebileceğimizi düşünmüyorum. Nuri Bilge Ceylan’ı ayrı koymak lazım. O tek başına her şeyi yapmıştır. Ama o Türk sineması demek değildir. Yılmaz Güney de öyle. O yüzden çok parlak görmüyorum Türk sinemasını…