2003’te “Yüksek Tansiyon”un çekilmesiyle birlikte sanat filmleriyle tanıdığımız Fransız sineması, yeni bir korku ekolünü doğurdu. “İşkence Odası” ise bu eğilimin kullandığı film modelinin üzerine yeni bir tuğla ekliyor.
Fransız sinemasının ‘sanat filmi’ üreten bir zihniyetle sinema külliyatında yer aldığını cümle alem bilir. Varlığı boyunca Fransız Şiirsel Gerçekçiliği, Fransız Yeni Dalgası, Sürrealizm, Fransız Yeni Yeni Dalgası gibi bu kavramı destekleyen akımlar da doğmuştur ülkeden. Bunların devamında ise çeşitli filmler, eğilimler ve yönetmenler üremiştir. Bir bakıma sinema tarihinin miladı olma görevini Fransa üstlenir.
“Eyes Without a Face”in işlevsel rolü
Ancak ülkenin korku sinemasında altı yılda boy gösteren atılım, bir şekilde geriye dönüp ‘böyle bir yükseliş nasıl olabilir?’ diye sorgulamamıza sebep oluyor. Zira ülke sinemasının geleneğinde kara film olsa da ve hatta George Melies’nin katkılarıyla sayısız fantastik yapıt üretilse de ‘korku’ denince aklımıza gelen ‘önemli yapıtlar’ın sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Örneğin kara film üretimiyle dikkat çeken Henri-Georges Clouzot’nun “Şeytan Ruhlu İnsanlar”ı (“Les Diaboliques”, 1955) gotik alt türünün bir örneği olarak türe ucundan dahil edilebilir. Ancak tarihteki en önemli Fransız korku filmi kuşkusuz “Les Yeux Sans Visage”dır (“Eyes Without a Face”, 1960). Georges Franju’nun ilk filmi, bazı kaynaklara göre Fransız Yeni Dalgası’nın milatlarından biridir. Buradan yola çıkınca da ülke sinemasının kaynağında ‘bir korku filmi’nin işlevsel bir rolü olduğunu görebiliyoruz.
Film, aslında Frankenstein alt türünü Fransız toplumunun içine sokuyor. Yüzünü bir kazada kaybeden ve sadece gözleri kalan bir kadının korkutuculuğundan bir bakıma ‘bilimsel deney’ (“Kedi Kadın”, “Sinek” gibi filmlerde gördüğümüz) alt türüne akraba bir film üretiyor. Zira orada yola çıksa da temelde ‘mükemmel insan’ı ya da ‘yaratı’yı öldürdüğü insanların parçalarından üreten deli bir bilim adamının öyküsüne uzanıyor. Bu yönüyle de aslında “Ölüm Kadına Yakışır” (“Death Becomes Her”) gibi ‘gençlik aşısı’ filmlerinin en önemli esin kaynaklarından biri olmasının yanında, parçalardan insan üreterek kafayı üşüten bir kızın hikayesine uzanan “May”i ve modern Frankenstein filmi “Re-Animator”ı da derinden etkilemiştir. Yani etki skalası saymakla bitmez filmin. Ancak “Les Yeux Sans Visage”, ilginç bir şekilde tür adına bir milat olmadı. Zira hem Georges Franju’nun bundan sonraki kariyeri, önemsiz filmler üzerine kuruldu, hem de ülkede korku türü eğilimi başlamadı. Bunun da ana sebebi korkunun Fransa’da ciddiye alınmaması ve çöp muamelesi görmesiydi. Zaten o filmden günümüze değin de, Jean Rollin’in zombi, vampir gibi alt türlerde çektiği B filmleriyle ayakta durmaya çabaladı Fransız korku filmleri.
Bir modern klasiğin ardından…
Ancak 2003 yılı tür adına önemli bir sene oldu. Zira Alexandre Aja’nın senaryosunu George Lavasseur ile beraber yazdığı filmi “Yüksek Tansiyon” (Haute Tension) üretildi. Film, Fransa’da çok burun kıvıranı olmasına karşın uluslararası alanda büyük bir başarı yakaladı. Zamanla modern bir klasiğe dönüştü ve kısa zamanda ‘Fransız Korku Sinemasının Yeni Dalgası’ eğilimini başlattı. Aslında o zamanlarda yurt dışındaki dergilerde ‘Yeni Fransız Uçluğu’ (New French Extremity) adı altında Gaspar Noé, Catherine Breillat, Bruno Dumont, Philippe Grandrieux gibi yönetmenlerin ve “Düz Beni” (“Baise-Moi”) gibi filmlerin dahil olduğu seks ile şiddeti uçlarda kullanan filmleri içeren bir eğilimin olduğu düşünülüyordu. Ancak 2003 yılı bunların içinde farklı bir alan açtı.
“Yüksek Tansiyon”, başlı başına yeni bir korku geleneği başlattı. Kaynağına ise 70’ler İtalyan korku sinemasındaki tür kırması örnekleri ve onların stilize görsel yapılarını, 60’ların istismar filmlerini, 70’lerin Amerikan slasher filmlerini alırken, arka planına da elbette ‘Fransız sanat sineması’ geleneğinin alt metinlerini yerleştiriyordu. Zira film, özünde lezbiyen bir aşk hikayesiydi. Ancak bu öykü, slasher, istismar filmi ve splatter film kalıplarıyla anlatılıyordu. Zaten bütün özgünlüğü de buradan geliyordu. Hem psikolojik ve felsefik olarak zengin, hem de korkutucu ve mide bulandırıcı…
Filmin oturttuğu esas film modeline geçtiğimizde ise iki ana özelliğe rastlıyoruz. Öncelikle “Teksas Katliamı”nda (“The Texas Chain Saw Massacre”, 1974) sinemada ilk kez bu kadar etkili bir dille yaklaşıldığına tanık olduğumuz ‘ülkenin kırsal bölgesinde saklanan şiddet eğilimi’ne odaklanılıyor. Ardından bu gerçekliğe el kamerası ile yaklaşan bir görsel yapıya başvuruluyor. Tabii bütün slasherlarda olduğu gibi elinde herhangi bir aletle ‘kadın kurban’ını kovalayan bir katilin yanı sıra, zaman zaman yükselen tempo, zaman zaman ise atmosferin öne çıkışı gibi yönetmenlik numaraları hakim.
Elbette filmin son 20 dakikasındaki sürpriz dönüşü, rahatlıkla bundan sonrasında Fransız korku sinemasındaki ‘türler arasında şaşırtıcı gezinti’ mantığını başlatan hareket olduğunu da iddia edebiliriz. Lafın özü “Yüksek Tansiyon”, Fransa’nın dağlık bölgelerinde geçen, koşuşturmacaya gerçekçi bir yaklaşım sunan, fazla müzik kullanmayan bir ‘slasher klasiği’ oldu zamanla. Tabii ki bu yolunda Fransız entelektüel aklının katkısının da es geçmemek lazım.
Dario Argento ve Lucio Fulci’nin sinema anlayışlarını akla getiren bu ‘türler arası gezinti’ mantığının, aslında Eli Roth’un 2002 tarihli ilk filmi “Dehşetin Gözleri” (Cabin Fever), 2005’de yankı uyandıran yapıtı “Otel” (“Hostel”) ve James Wan imzalı 2004 yapımı “Testere” (Saw) ile aşağı yukarı aynı tarihlere gelmesi bir hayli şaşırtıcıydı. Çünkü slasher alt türünde Wes Craven’ın 1996’da “Çığlık” (“Scream”) ile başlattığı ve komedi ile korkuyu iç içe geçiren teen-slasher eğilimi, bir anda yerini 70’lerin gerçekçi slasherlarına bırakıyordu. Tabii bu eğilimi esas olarak ‘istismar filmlerinin geri dönüşü’ olarak da anabiliriz. Ancak daha stilize ve postmodernize edilmiş halleriyle elbette…
Üç senede toplu üretim başladı!
Tabii buna paralel olarak Fransa’da Alexandre Aja’nın filminin etkisi 2006’dan itibaren hissedilmeye başlandı. Onun getirdiği formül, aslında geleneksel hayalet filmleri (“Kutsal Bakire”) veya psikolojik-gerilimler (“Maléfique”) üretilen Fransız korku sinemasında belli bir değişime yol açtı. “Sheitan” (2006), “Onlar” (“Ils”, 2006), “İçerde” (A L’Interieur”, 2007) ve “Sınır(da)” (Frontier(es)), o geleneği devam ettiren ilk filmlerdi.
“Sheitan”, yine Fransa’nın kırsal bölgesinde şeytana tapınan psikopat bir adamın, yöreye gelen gençlere dehşet saçmasını anlatıyordu. El kamerasıyla ile çekilen yapıt, ‘kırsal bölgeden gelen şiddet’ mantığını benimsese de aslında ‘serbest bir deneme’ olarak öne çıkıp, bunların içinde en çok ‘kült’ potansiyeli taşıyan filmi getiriyordu karşımıza. Zira Kim Chapiron’un filmi, Vincent Cassell’in “Sapık”ın katili Normal Bates’e göndermede bulunduğu kafadan kontak karakterinin üzerine gidiyordu. Hem istismar dozu yüksekti, hem delilik oranı üst düzeydeydi, hem de sondaki dönüşü ilginçti.
“Onlar” ise film modelinin temelindeki ‘kırsal bölgede şiddet var!’ mantığına alıp, bunu katilin belli olmadığı, atmosferi üst düzeyde seyreden bir filmin içine yerleştiriyordu. El kamerası ile ormanlık bölgede tedirginlik yaratırken, orada bulunan gerçek bir çocuk çetesinin korkutuculuğuna odaklanıyordu esasen. Kan oranı ise bu ismini saydığımız filmlere göre bir hayli düşüktü. Ancak atmosferiyle akla ilginç bir şekilde “Halloween”i getiriyordu.
“İçerde” ve “Sınır(da)” ise bu dörtlünün en cesur filmleriydi. Birincisi, kapalı alanda hayalet filmi, gotik, psikolojik-gerilim arasında gidip gelirken, iki kadını karşı karşıya getiren bir ‘tür egzersizi’ sunuyordu esasen. Tabii ilk 30 dakikadaki atmosfer yaratma yetisinin, ikinci kısımda bir anda istismar filmine geçiş yapması, “Yüksek Tansiyon”un geleneğinin biraz da İtalyan korku sinemasındaki ‘türü belirsiz filmler’e transfer olmasını sağlıyordu. Zira film, hem atmosferi üst düzeyde bir korku, hem de sapına kadar bir istismar filmi sunuyordu. El kamerasının gerçeklik olgusundan da büyük katkı alıyordu elbette.
“Sınır(da)” da aslında bir politik-gerilim gibi başlasa da, bir mezbaaya girilmesiyle birlikte yamyam Nazi ailesinin ‘yemek planları’na odaklanan bir istismar filmine dönüşüyordu. Yine kan oranı bir hayli yüksekti. Bu iki film, Fransız korku sinemasının geleneği açısından belirleyici oldular aslında. Zira eğilimin ana kavramlarını belirlediler: el kamerası, türler arasında geçişler, gerçeklik ve gore dozu.
“İşkence Odası”, şimdilik “Yüksek Tansiyon”un yolundaki en yenilikçi film
2008 tarihli “İşkence Odası” (Martyrs) ise yine geleneğin özündeki ‘iki kadının çekişme, aşk ve şiddet dolu ilişkisi’ni merkezine yerleştirirken, ilk 45 dakikasında safkan şiddet, ikinci 45 dakikasında ise psikolojiyi, zihni, atmosferi ve tedirgin edici öğeleri iç içe geçiren bir yapıt sunuyor. Filmi aslında ‘işkenceden kaçış’, ‘evdeki şiddet’, ‘işkence seansı’ olmak üzere üç bölüme ayırmak mümkün.
Zira yönetmen Pascal Laugier de bu üç bölüme göre özel görsel estetikler dokuyarak Dario Argento’nun özenini getiriyor akıllara. Filmin aslında bir suç çetesinin üzerinden lezbiyen okumalara açık bir aşk hikayesi olduğunu söylersek herhalde ne kadar uçlarda dolaştığını anlayabilirsiniz. TV’de karşınıza üç bölümünün herhangi birinde çıksa nasıl bir film olduğunu çözme şansınız da yok. Şimdilik “Yüksek Tansiyon”un film modelinin üzerine bir şeyler katabilen en önemli yapım.
Fransız korku sineması geleneğinin en ilginç tarafı ise şu ana kadar bu ‘postmodern istismar filmleri’ni çekenlerin tamamının Hollywood’a transfer olmaları. Alexandre Aja’nın “Tepenin Gözleri” ve “Aynalar”dan sonra “Piranha 3-D”nin hazırlıklarına başladığını, “Sınır(da)”nın yönetmeni Xavier Gens’ın “Hitman”i çektiğini, “Onlar”ın yönetmenleri David Moreau ile Xavier Palud’nun “Göz”e imza attıklarını, son olarak ise “İşkence Odası”nın yönetmeni Pascal Laugier’nin “Hellraiser”ın çalışmalarına başladığını görebiliyoruz. Elbette bu yapıtların tamamı görsel anlamda sorunsuz olsalar da onların özgün işlerinden uzak çalışmalar sunuyorlar.
Ancak yaptıklarıyla sinemayı etkilemeyi başardılar şimdiden. Fransa’da biraz zor olsa da cesur sinemacılar ekolü üremeye devam edecektir. 70’lerin İtalyan korku sineması ekolünün yerini şimdilerde ‘2000’lerin Fransız korku sineması’ almış durumda. Dünya basınında ‘Yeni Dalga’ olarak anılmaları da gayet doğal. Çünkü slasher çekerken, istismar filmini göz ardı etmeyen; stilize sahnelere imza atarken, lezbiyen ve psikolojik alt metinleri es geçmeyen; alt türler arasında gezinirken ise ‘şaşırtıcı yolculuk’lar sunmayı becerebilen herhangi bir ‘tür geleneği’ yok şu ana kadar…