1930’larda üretilmeye başlanan spor filmleri, zaman içinde değişime uğrasa da esas devrimi 2008 yapımı “Sugar” ve “Şampiyon” ile yaşadı.
1931 yılında “The Champ” ile başlayan spor filmleri türü, sinema tarihinde bilindik formülüyle dikkat çekmiştir. Daha doğrusu çekememiştir. Zira türü, bu eskiyen çukurun içinden çıkaran ya da çıkarmak isteyen filmler çok da fazla üretilmemiştir. Genelde Amerikan sinemasının ya da Hollywood sisteminin içindeki türlerden biri olarak görülen ‘spor filmi’, önceliği beyzbol ve boksun aldığı geniş bir skalada at yarışı, araba yarışı, Amerikan futbolu, basketbol, bilardo, futbol, atletizm, golf, rugby gibi spor dallarına da kullanmıştır.
Ancak elbette merkezde hangisi olursa olsun esas formül aynıdır. Genelde işçi sınıfı ya da alt sınıf bireyi bir karakter, belli bir sporun uygulayıcısı olarak ‘başarı’ya ulaşıp sınıf atlamak ister. Bu yolda da tabii klişe ötesi bir olay örgüsüne, bir tampon sevgiliye ve tekdüze bir motivasyona tanıklık ederiz. Yani bu kurallar Oscar ödüllü atletizm filmi “Ateş Arabaları” (“Chariots of Fire”) için de, araba yarışı filmi “Grand Prix” için de, Amerikan futbolu filmi “The Longest Yard” için de, futbol filmi “Victory” için de geçerlidir. Herhangi bir dal farkı gözetmeksizin karşımıza bir ‘sınıf atlama’ hikayesi çıkarır bu filmler.
“Rocky”, kalıplarına en sadık spor filmi olduğu için unutulamıyor
“Rocky” ise bu mantığın son 30 yıldaki en klişe ve özüne sadık örneğidir. Zaten birey üzerinden hikaye anlatıp katharsis olgusunu izleyiciye kabul ettirmek için de ‘boks’ gibi sporlar daha uygundur.
Tabii bu başarı hikayelerinde ‘Amerikan kahramaları’ üretilir. Daha doğrusu ‘kahraman’ yaratmak için izleyicilerin beyni yıkanır. İlerideki mucizeye doğru tecrübesiz kişiler yönlendirilir. Bu sayede de genelde acıklı hikayeler anlatılır. Çünkü sonlarının başarı veya umut aşılayan başarısızlık olması çok da farketmez. Buradaki esas amaç o ‘gerçekçi’ olduğu iddia edilen duygu yoğunluğunu yaşatmaktır. Bunu yaparken de Amerikan halkına ‘savaşma’yı öğretmektir.
Ama bu yoğunluk 1961’de “Bilardocu” (“The Hustler”) gibi o zamanın bağımsız bir filmiyle dağıldı. Zira orada Paul Newman’ın canlandırdığı bilardocu karakteri, sporu yükselmek için değil de zevk için icra ediyordu. Film aslında bir kumar filmiydi. Ancak bilardonun iki arada bir derede kalmışlığı sebebiyle, sporu kumara çeviren ‘yeni dünya filmi’ olarak da algılanabilir. Bu bağlamda da Robert Rossen, formülün ana kalıplarında sıkıcı olmaya başlayanı bozuyordu. Aslında kumar filmleri spor filmlerinin bir alt türü olduğundan sadece birinin sonunda para, diğerininkinde ise kupa olduğunu anlatan bir örnekti bu. O zaman için ‘tek’ olsa da…
Zira asıl çalkalanmalar özellikle “Rocky” (1976) sonrasındaki tür örneklerinde yaşandı. Öyle ki buradan sonra karşımıza ‘savunmasız bir baş karakter’in yanında endüstrinin içindeki insanlar da çıkmaya başladı. Buna istinaden bazı filmler, bu kalıpları yıkarak sadece ana karakterin psikolojisinin üzerine giderek başarıyı ve başarısızlığı önemsemeyen iskeletler kurdular. Bunlara örnek olarak, tür tarihinde çığır açan Martin Scorsese imzalı “Kızgın Boğa” (“Raging Bull”) gösterilebilir.
90’ların sonlarına doğru ise internet kültürünün doğmasıyla birlikte TV ve medya gibi konular ön plana çıkarken, “Kazanma Hırsı” (“Any Given Sunday”, 1999) gibi sınıf atlama mevzusunu şan-şöhretin abartısına odaklanarak anlatan tür mensubu filmler üretilmeye başlandı. Bunların yanında 2000’lerde türün komedi ile çokca birleştiğini, bu yolla da tersyüz edildiğini iddia edebiliriz.
1963’de ilk önemli değişim yaşandı
Ancak türün “Kızgın Boğa”yı bir kenara bırakırsak en kilit filmi olarak 1963 tarihli, Lindsay Anderson imzalı “This Sporting Life” gösterilebilir. Film, işçi sınıfına mensup bir karakterin başarı hikayesini anlatırken hikaye kurgusunu bozarak ‘psikolojik durum’a odaklanan bir filme dönüşüyordu. Bunda da esas amacı türün ana yapısındaki konvansiyonel sinema dilini dağıtmaktı. Zira başarı-başarısızlık-aile kavramlarının arasında bir yerde, sürekli içinde bulunduğu yılı değiştiren bir karakterle özdeşleşmek çok da kolay değildi.
Tabii bu ilk ‘bozma’ numaralarını günümüzde çokça hissetmeye başladı tür. Özellikle 2000’lerdeki parodiler buna örnek gösterilebilir. Araba yarışı filmini ti’ye alan “Talladega Geceleri” (“Talladega Nights”), ping-pong filmlerini alaya alan “Balls of Fury”, güreş filmlerini taşlayan “Nacho Libre” ve Amerikan futbolu filmlerini eleştiren absürd komedi “Sucu” (“Waterboy”), türü farklı bir yola soktu aslında. Lafın özü, sıkıldığımız basmakalıplıktan eğlenceli ve alaycı hale getirdiler en azından. Böylece türün, ne kadar aşağılanacak ve parodize edilecek öğeler taşıdığını da vurgulamış oldu Will Ferrell, Jack Black, Adam Sandler gibi özlü komedyenler. Bunlardan “Nacho Libre” aynı zamanda Wes Anderson ekolünü devam ettiren serbest bir çizgi roman estetiği temsilcisi olarak sinema tarihi kitaplarında da önemli bir yere oturdu.
2008’de başarı, başarısızlığa; kahraman, anti-kahramana dönüştü
2008’e gelindiğinde ise iki yapıt, spor filmleri tarihine damgasını vurdu. Artık türün bunlardan öncesi ve sonrası olarak ele alınması gerekecek zira. “This Sporting Life”, “The Hustler” ve “Raging Bull” gibi türün tarihinde önemli bir yere yerleşecek bu iki film “Şampiyon” (“The Wrestler”) ve “Sugar”.
Az bilineninden başlarsak geçen sene Sundance Film Festivali’nde yarışan “Yarım Öğretmen”in (“Half Nelson”) arkasındaki Anna Boden-Ryan Fleck ikilisinin imzasını taşıyan “Sugar”, spor filminin başarı hikayesini gerçekçi ve Cassavetesesk bir başarısızlık öyküsüne çeviriyor. Öyle ki film, Dogma kalıplarıyla çekilmiş bir beyzbol filmi gibi. New York’un amatör beyzbol takımlarından biri, Dominik Cumhuriyeti’ndeki pilot takımda yetişen ve İngilizce bilmeyen oyuncuları A takıma yükseltmek için ‘rüya ülkesi ABD’ye getirir. Ancak bu çağırış esnasında Amerikalı ‘scout’ın (gözetleyici) ülkedeki antremanlarda sporcuyu aşağılaması ve salak yerine koyması öne çıkarılır. Yani aslında sömürgeci ve ırkçı bir Amerikan tavrı, filmin ana iskeletine yerleştiriliyor. Bu da direk spor filmlerinin kökten milliyetçi ve kişisel irade öğütleyen yapısını tam tersine çeviriyor aslında.
Boden-Fleck ikilisinin el kamerasıyla ve amatör oyuncularla çektiği bu yapımın tamamı bir Afrika dilinde olduğu için de bir yabancılaşma duygusu uyandırıyor bir diğer taraftan. “Sugar” ismi de zaten kolay yağmalanabilecek oyuncuların metaforik çıkarımı olarak görülebilir. Zira orada aşağılanıp ikinci eğitime sokulan bu beyzbol oyuncularının (ki ülkenin beyzbol kültürü yok, naapsınlar!) tamamı büyük ihtimalle ana takıma giremiyor. Öyle ki aslında bir rüyanın, ‘NY Yankees’ stadının hayaliyle geldikleri şehirden dışlanıp, hayatlarını zor idame ettirecek hale gelerek geri dönüyorlar. Burada başarı için gelen ana karakter de zaten ‘NY Yankees’ stadının bulunduğu mahalledeki bir lokantada çalışabiliyor sonuçta. Yani ‘safkan bir başarısızlık’ depolayan film, “Cinderella Man”, “Glory Road”, “Seabiscuit”, “Dreamer” gibi Amerikancı tür örneklerinin çok uzağında. Zaten onların anti-tezini yapmayı amaçlayan bir bağımsız film özünde. Tamamı Afrika dilinde konuşan kişilerden de gerçek bir kahraman nasıl çıkabilir ki zaten? Çıksa çıksa buradaki gibi anti-kahraman çıkabilir!
Darren Aronofsky imzalı “Şampiyon” ise spor filmini daha önce pek fazla rastlamadığımız şekilde ‘güreş filmi’ formatında canlandırıyor. Böyle olunca da Amerikan güreşinin varyete tarafıyla bir ‘ölüm sporu’na dönüştüğünü görüyoruz. Zira Amerikan güreşi bizdeki güreş gibi bir spor değil. Takma isimlere sahip, birbirinden farklı kılıklarda bir grup sporcunun izleyiciyi eğlendirmek için yaptıkları anlaşmalarla yürüyen bir spor. Yani orada başarı diyebileceğimiz anlamda bir başarı asla yok aslında. Şöhret olma gibi bir kavram var. Lafın özü 90’ların sonunda yükselişe geçen ‘şöhret orantısı’na odaklanma mantığı hakim filmde. Tabii sporun yaklaşmak istemediğimiz alt kültür bireyleri arasındaki dövüşlere odaklanması da biraz ‘kickboks’ gibi bir yere gitmemizi sağlıyor.
Mickey Rourke’un canlandırdığı ana karakterin filmde hayatla verdiği mücadeleden arta kalanlar ise elbette bir anti-kahraman, evli eş yerine striptizci bir sevgili, yıllardır görülmeyen bir kız çocuk ve görsel olarak yönetmenlik stilinde farklılık. Zira aile üzerine giden spor filmlerinde genelde çekirdek ailenin sorunsuz olduğu, karakterin ise onlara başarı getirmek için hırslandığı görülür. Burada çekirdek aile bölünmüş bir şekilde sunuluyor. Bunların tamamı da anti-kahraman. Darren Aronofsky, filmi çekerken yükseliş dönemini atlayıp, sporcunun başarısızlık yani çöküş döneminden başlaması ve ‘ölüm-yaşam’ arasında kalmışlık duygusunu vermek istemesi ise ‘devrimci’ ve ‘bozucu’ bir hareket.
Aronofsky, filmini Cassavetes filmlerindeki gibi el kamerasıyla çekmiş. Genelde uzun planlar kullanarak ise oyunculukları ön plana çıkarmayı tercih ediyor. Ana karakteri canlandıran Rourke’un psikolojisini Bergman’vari bir dramatik yapıyla anlatmasını da sağlayan bu dengeli yönetmenlik aslında. Hepsi anti-kahramanlardan oluşan bir sosyal gerçekçi ve uçarı mücadelenin örneği. Amaç ise başarı değil de, ‘alışkanlık’ gibi yapışan Amerikan güreşi. Yani sevdiği ‘alışkanlık’ temasına bir geri dönüş yapıyor Aronofsky burada. Spor filmini de karakter dramasının içine sokup, bağımsız sinemanın derinliklerinde bir yere yerleştiriyor. Cassavetes’in film grameriyle nasıl türlerin değiştirilebileceğini de gösteriyor. Elbette kendisinin bozucu, yenilikçi ve devrimci bir yönetmen olduğunu ve seyircinin algısıyla oynamaktan zevk aldığını da…
Spor filmi bundan sonra anti-kahramanların yolunu izleyen ve el kamerasıyla onların psikolojisini resmeden bir formüle bürünecektir muhtemelen. Halen Amerikan klasik sinemasının gramerini uygularsa sonuç ‘çöp artışı’ olabilir zira.