Banu Bozdemir
Bu öyle bir film ki, zamansız ve mekansız bir avare gibi dolaşıyor aramızda ve her geçen gün biraz daha kaybolup gidişimize farklı bir biçimde ayna tutuyor. Hasan Ali Toptaş’ın ödüllü romanı Gölgesizler’den kendi yorumuyla bir film yaratan Ümit Ünal, ‘kayıplar ve kayboluşlar bu filmin ana eksenini oluşturuyor’ diyor… Candan Erçetin’in şarkılarıyla eşlik ettiği bu kayboluş, haliyle politik bir altyapıyı da barındırıyor.
Gölgesizler’deki kaybolma durumu, ya da zamansız ve mekansız bir kaybolma isteği ya da isteksizliği, nasıl bir kaybolma halidir yani bu?
Senaryoyu yazarken acemi bir yazar gibi birçok “kaçma” kelimesi kullanmıştım. Hasan Ali (yazar) çok az şeye karıştı ama ciddiyetle karıştığı yer burası oldu. “Bu kaçışların değil, kayboluşların romanı” dedi. Kayıplar, kayboluşlar, romanın ana ekseni. Ama bu kaybolmak, bildiğimiz kaybolmak değil. Çünkü romandaki köy, gözle görülen sınırlarının ötesinde bambaşka bir dünya başlayan bir köy.
Gerçeküstü öğeleri fazlaca barındıran bir romanı, bir konuyu ete kemiğe büründürmek nasıl oldu?
Çok zor oldu… Ama roman aynı zamanda çok güçlü bir dramatik alt yapıya da sahip. Hasan Ali Toptaş’ın şiirsel, belirsizlikleri kurgulamaya yönelik dünyasının altında, ciddi dramatik çatışmalar ve çok derinlikli karakterler var. Biraz kazı çalışması yapmak, biraz da uydurmak zorunda kaldım, kendi dünyama göre yordum ve kendimden çok şey kattım. Ama her yerde söylüyorum, ortaya çıkan film, benim bir yorumumdur; Gölgesizler adlı kitaptan çıkabilecek filmlerden sadece biridir. Benim Gölgesizler “cover”ımdır.
İnsanların güzel bir dünya özlemi kurması, şehirden kaçması… Ama bunu kendi elleriyle inşa ettikleri küçük bir köyde kuramamaları, politik olarak hangi noktada duruyor. Ya da politik değilse bile bu noktanın adı nedir?
Filmde de romanda da, şehirden kaçmak yok aslında. Köydeki karakterler kendi iradeleri dışında yaşıyor gibiler. Onları uzaktan, habersizce seyreden biri var hep.
Bu küçük köy neyin bir maketi sizce? Ya da öyle bir durum var mı?
Romanda zaten var olan politik alt yapıyı, senaryoda ve filmde daha belirgin bir hale getirdim. Filmdeki köyün Türkiye’nin yıllardır yaşadığı sorunlara karşı önerilmiş bir metafor olduğunu söyleyebilirim. Suçlu iktidar, karşısında harcanan masumlar, kayıplar, kör inanç ve onun kurbanları… Kurban edilenlerin hep gençler ve farklı düşünenler olması… Film elbette sadece bu açıdan okunmasını istediğim tek boyutlu bir şey değil ama bir de bu açıdan okunabilmesini, politik bakışı ve kurduğu alegoriyle değerlendirilmesini çok isterim.
Ara’da bizi fena sıkıştırmıştınız… Benim de 2008’in en sevdiğim filmlerinden biri olmuştu bu sıkışıklık. Şimdi bu filmle gördüğümüz kadarıyla hem düşünsel, hem de mekan olarak geniş bir durumdasınız… Hangisi daha çok zorlar sizi? Sıkışmışlık mı, yoksa genişlik mi?
ARA’da çok kısıtlı bir bütçeyle ve ona göre yazılmış bir senaryoyla çalıştım. Elbette 90 dakika boyunca bir oda içinde geçen bir hikaye sırasında seyircinin dikkatini ayakta tutabilmek ve bütünsel bir anlatı kurabilmek çok zor bir iş bence. Ama Gölgesizler’de de çok çok zor sahneler vardı, hem çekim ve teknik açısından hem de bazı sahnelerin taşıdığı duygusal ağırlık açısından. Filmde hem gerçeküstü, hem de aynı zamanda çok gerçek bir dünya kurmaya çalıştım. Bu benim için bir yönetmenlik sınavı gibiydi.
Bu filmle kadro ve bütçe büyümüş gibi. Hem başka bir yazarın romanı, başka birilerinin üstlendiği bir yapım ve Kültür Bakanlığı desteği… Bu büyüme konusunda neler söylersiniz?
Dediğim gibi benim için bir sınavdı bu film. Kendime bakınca hemen hemen her aşamasında başarılı olduğumu sanıyorum ama buna seyirci ve zaman karar verecek tabii.
Filmin yapımcı koltuğunda Candan Erçetin var. Filmin müzikleri de kendisine ait. Buluşmanız nasıl oldu?
Romanı bana Narsist filmin sahibi, yapımcı Hakan Karahan önerdi. Candan Erçetin’e yönetici yapımcı olması fikrini öneren de Karahan’dı. Candan’ın müzik çalışmalarını her zaman beğenirdim, ARA’da da onun söylediği bir parçayı kullandım, bu filmde de zevkle çalıştık.
Türk sinemasının dikey ve yatay gelişimi konusundaki düşünceleriniz?
Türk sineması sanırım tarihinin en parlak dönemini yaşıyor. Sinema salonlarında seyirci rekorları kırılıyor, yurt dışında da en saygın festivallerde (hatta son olarak Oscar’da) Türk filmlerinin adı geçiyor. Üretilen film sayısı artıyor. Hem teknik ve biçim hem de içerik açısından dünya kalitesinde filmler üretiliyor. Türkiye’de film yapmak hiç bu kadar heyecan verici olmamıştı. Tek sorun, ticari rekorlar kıran filmlerle, dünyaya hitap eden filmlerin kalitesini ve bakış açısını birleştirebilmek. Bir gün, bir Türk sinemacı mesela “Ruhların Kaçışı” gibi, Fellini’nin kimi filmleri gibi, hem yurt içinde gişe rekorları kıran hem de Kapıkule’nin ötesinde de saygıyla karşılanan bir film yaparsa asıl devrim o zaman gerçekleşecek. Bu da Türkiye’de parayı kontrol eden insanların, kendilerini yaratıcı insanlar kadar geliştirebilmeleriyle mümkün ancak.