Zamanın Ruhu ne yazık ki acı çekmekten yoruldu. Fakat Zamanın Ruhu’na acı veren ne olaylar, ne de filmler bitti. 66. Altın Küre Ödülleri’nde Yabancı Dilde En İyi Film ödülünü alan ve Oscar’larda da aynı kategoride ödüle aday olan “Beşir’le Vals” (Vals Im Bashir) bu sayımızın konuğu.
Film 1982 Sabra-Şatila katliamında İsrail ordusunda er olarak görev yapan yönetmen Ari Folman’ın kendisiyle hesaplaşmasını anlatıyor. Folman’ın iç dünyasındaki hasarı, animasyon tekniğinin gerçek üstü yaratımından da yararlanarak kurgulayan film yaşanan insanlık suçunun karanlık köşelerini aydınlatıyor.
Toplu katliamı yaşayan insanların insani algıları bence olayı tam anlamıyla içselleştirmeye yetmiyor. Mesela annenizi ölümcül bir ameliyata götürdüğünüzdeki sizin hissiyatınız ile ameliyatı yapan doktorun profesyonel duygusuzluğu gibi bir durum var ortada. Bu katliamların yaşandığı anları paylaşan insanlar hemen değil ama üstünden bir zaman geçtikten sonra duygusal ve zihinsel olarak olayın etkilerini hissediyorlar. Kurbanlarda öfke ve güvensizlik, katliamı yapanlarda ise reddetme ve hatırlamama gibi isyanlar söz konusu oluyor. Beşir’le Vals’in yönetmeni Ari Folman da tam böyle bir durumun içinde.
2006 yılında eski asker bir arkadaşıyla karşılaşan yönetmen arkadaşının bir rüyasına takılıyor. Arkadaşı her gece 26 vahşi köpekten kaçtığını rüyasında görür. Aralarındaki konuşma sonrasında Lübnan’da savaş sırasında, bir köy baskınında askerlerin geldiği anlaşılmasın diye köydeki 26 köpeği öldürdüğü ortaya çıkar arkadaşının.
Konuşma sırasında Folman da birçok şeyi hatırlayamadığının farkına varır. Bu durumun rahatsızlığını hisseden yönetmen o dönemde beraber olduğu eski asker arkadaşlarının peşinden gider. Ve onlarla yaptığı sohbetlerle anılarını hatırlamaya çalışır. İşte bu filmdeki sohbetler, o dönem yaşanan bir soykırımın güncesi halini alır.
Sabra-Şatila katliamında İsrail ordusu destekli aşırı sağcı Hristiyan Falanjist milis grubu çoluk çocuk demeden üç günde 3 bin 500 sivili öldürmüştü. İsrail askerleri de bu katliamı kolaylaştırmak için havaya fişek atıp karanlığı cehennemi bir ışığa boğuyordu. Amaç kasabanın içindeki sivillere daha kolay ulaşılabilmesiydi. İşte Sabra-Şatila kampının dışında bekleyip kampı kuşatan ve kimsenin kaçmasına izin vermeyen böylece katliamın olmasını sağlayan askerlerden biriydi Ari Folman. Bunun vicdan azabını yaşananları unutarak halletmeye çalıştı. Bu film ise bu acının bir ürünü.
Filmi seyrettiğimde nedense Folman’a hiç sempati duyamadım. Beşir’le Vals çok önemli bir film. Batılı sivillerin olayları görmesi açısından önemli. Ama yöneticiler zaten bunları bilip göz yuman insanlar. Yani Batı medeniyetinin liderleri. Ve hatta belki de bizleriz. Folman bu filmle günah çıkarmış olabilir. Ama beş yaşında bıçakla vücudu ikiye bölünen o Lübnanlı kızın nefes hakkını kim ödeyecek. Folman acaba bu filmle gasp edilmiş hayatları geri getirebilir mi?
Üstelik her sabah şimdi bile İsrailli askerler Gazze’de çoluk çocuğu öldürürken. Hali hazırda insanlar ölmüşken bu filmin Altın Küre alması neye yarar, veya Oscar. Bu da Batı medeniyetinin ikiyüzlü bir günah çıkarması değil mi?
60 yıldır Naziler’in Yahudiler’e yaptığı soykırım filmlerini izleyen bizler neredeyse 50 yıldır Müslümanlara yapılmakta olan soykırımı televizyondan izlemiyor muyuz? Bütün ülkelerin gözü önünde yapılan ve yıllardır sürmekte olan bir soykırım söz konusuyken hangi adalete, hangi medeniyete güvenebiliriz. Bizim isyan etmek ve güvensiz bir hayat yaşamak dışında bir çıkışımız var mı?
Bakın size Sabra-Şatila katliamının gerçek bir şahidinin sözlerini getiriyorum:
O zaman altı yaşında olan Naval Ebu Rudeyna, yaşananları şöyle anlattı: “İsrailliler havayı aydınlatan fişekler attı. Ortalık gündüz gibi aydınlıktı. Bir Lübnanlı kadın Hristiyan milislerin hepimizi öldürmeye geldiğini haber verdi. Babam ona ‘Sus çocukları korkutuyorsun’ dedi, ama o ısrar etti. Çığlıklar ve ‘Siz teröristsiniz, sizi yok edeceğiz’ diyen sesler duyduk. Babamı kestiler, çocukları da vahşice katlettiler. Kız kardeşimin kafasının bıçakla kesilişini unutamıyorum. O zaman hamile olan ablamın karnını da bıçakla deşip bebeğini çıkardılar. 16 akrabam katledildi. Uyuşturucu almışlardı, yerde şırıngalar vardı. Her adım attığımızda cesetlerin üzerine basıyor veya bir komşu ya da bir akraba görüyorduk” dedi. Kurbanlar, bugün tavukların gezindiği toplu mezarlarda yatıyor.
O zaman yedi yaşında olan Mahmud Saka, “Rastgele insanları öldürdüler, bebek yaştaki çocukları bile. Erkekleri bir duvarın önüne sıralayıp kurşuna diziyorlardı. Milisler bizi çukurların yanına getirip kadın, erkek ve çocukları ayırdılar. Bizi bıraktılar, çığlıklar duyduk, sonra hiç… Babam ve amcamı hiç bulamadık” dedi.
Evet bunlar 1982’de yaşananlar. Peki şu an Gazze’de ne yaşanıyor? Anadolu Ajansı’ndan düşen bir haberi bu yazının içine koymanın çok doğru olacağını düşündüm. İşte o haber:
Gazze’deki Şifa hastanesinde 10 gün çalıştıktan sonra ülkelerine dönen iki Norveçli doktor, ayaklarının tozuyla Oslo havaalanında yaptıkları açıklamada, İsrail saldırısını, 1982’de Lübnan’da yapılan Sabra ve Şatila katliamlarıyla kıyasladı.
O dönemde iki kampta doktor olarak çalışmış 61 yaşındaki Mads Gilbert ile 58 yaşındaki Erik Fosse, İsrail’i, Gazze’yi, feci biçimde parçalayarak öldüren bir patlayıcı türü dahil olmak üzere yeni silah deneme laboratuarına çevirmekle suçladı. “Filistin ve Ortadoğu tarihinde yeni bir kanlı bölüm oluşturan Gazze, maalesef Sabra ve Şatila ile kıyaslanabilir” diyen Gilbert, Şifa’da tedavi ettikleri yaralıların yüzde 90’ının sivil olduğunu söyleyip “Her üç ölüden biri, her iki yaralıdan biri 18 yaşının altında çocuk ya da kadındı” bilgisini verdi. İsrail’in ‘çok iğrenç’ yeni bir silah denediği savını dile getiren Norveçli doktor, şunları söyledi: “Gazze’nin yeni silahların denendiği bir laboratuar olarak kullanıldığı yönünde çok güçlü bir şüphe var. Henüz deneme aşamasında olan yoğun ağırlaştırılmış metal patlayıcı (Dense Inert Metal Explosive-DIME) kullanıldığının çok net işaretlerini gördük. DIME yeni nesil küçük ama çok güçlü bir patlayıcı, muazzam bir güçle infilak ediyor ve gücünü 5-10 metre çapında bir alana yayıyor. Cesetleri paramparça ediyor. Yakınındaki kişilerin uzuvları kopuyor. Doku etten kopuyor. Çoğu vaka hayatta kalamıyor. Şarapnel yaralanması gibi değil. 30 yıldır değişik savaş alanlarında tedavi ettiğim çeşit çeşit yaralanmalardan çok farklı.”
Tungsten metalinden üretilen DIME’nin dört-altı ay içinde ölümcül kanser türlerine yakalanmaya yol açtığını da aktaran Gilbert, İsrail’i bu patlayıcıyı 2006 yazındaki Lübnan saldırısı ve önceki Gazze operasyonlarında da kullanmakla suçlayıp, “İsrail hangi silahları kullandığını açıklamalı ve uluslararası toplum soruşturmalı” dedi. Şifa’daki Filistinli doktorlardan biri de, “Amerika’dan yeni silahlar getiriyor ve denemek için bizi kullanıyorlar. Deney farelerine döndük. Bir meslektaşımın evine düşen ve iki çocuğunu yaralayan bombaların parçalarına baktık. Galiba fosfor bombası dedikleri bu. Sürekli yanıyor ve sönmüyor. Suyla söndürmeyi denedik olmadı. Ancak toprakla örtünce söndü.”
Bu yazılanları okuduktan sonra soruyorum o günden bu güne ne değişti arkadaşlar?
Tam teçhizatlı bir askeri gözünüzün önüne getirin. Postallar, çelik miğferler, özel eğitim, özel tüfekler, bombalar, kasatura ve bütün bunları giymiş bir adamın iki yaşındaki bir kız çocuğunu öldürüşünü düşünün. Bu nasıl bir hayat, nasıl bir dünya? Peki biz bunları görerek, bilerek, duyarak nasıl yaşamaya devam edeceğiz? Bu satırları yazarken, sizler okurken aslında insanlığımızdan kaybetmiyor muyuz?
Zamanın Ruhu bu cevabı vermekten utanıyor…