Kendi ülkesinin suyunu içemeyen elektriğini kullanamayan insanların acı hikayesi. En ölümcül hastalıkta bile parası olmadığı için hastaneye gidemeyen bir millet olmanın kısa yolu. İşte size yaşayan bir cehennemin hikayesini anlatan film: Büyük Satış-SellOut

Zamanın Ruhu büyük bir gururla bu sayısında dünyamızın en büyük iki yüzlülüklerinden birini ortaya çıkaran “Büyük Satış-SellOut”u sunar. Büyük Satış özelleştirmenin insanlık dışı öyküsünü ekonomik terimlere batmadan insan hikayeleri ile bizim önümüze koyuyor. Öyle büyük bir komplo ki satırları takip ettikçe insanlığınızdan utanacaksınız. Biz burada hiç bir siyasi rejimi veya ekonomik sistemi savunmuyoruz. Bizim için tek önemli bir şey var. O da insanın kendisi. Eğer bir sistem hasta yatağında nefes alamayan bir hastayı her nefesi için bir akrabasının burnuna sıktığı körüğe mecbur bırakıyorsa o sistem bizim için insanlık dışıdır. Eğer bir sistem bütün su kaynaklarını özelleştirip fahiş fiyata insanlara satıyorsa, bu insanların yağan yağmuru bile toplamasına izin vermiyorsa bu sisteme karşıyız. Eğer bir sistem kış aylarında elektrik borcu yüzünden insanların elektriğini kesiyorsa, insanları soğuğa ve hastalığa mahkum bırakıyorsa biz bu sisteme sonuna kadar karşıyız. Alman yazar, gazeteci ve yönetmen Florian Opitz, Büyük Satış’ta bunları kurbanların ağzından bize taşıyor. Ve dönemin ikiyüzlü politikacılarının bu özelleştirme hastalığını nasıl desteklediğini, dünyadaki sistemin bundan ne gibi kazanç sağladığını hiç yorum yapmadan kahramanlarının diyaloglarından duyuyoruz.

 

Dört ayrı ülkede yaşanan özelleştirme hikayesi bu kavramın tam anlamıyla nasıl işlediğini anlamamızı sağlıyor. İlk olarak Güney Afrika’ya gidiyoruz. Bu ülkedeki elektrik hizmeti özelleştiriliyor. ESKOM adında yabancı yatırımcıların ortak olduğu bir şirket ülkenin elektrik hizmetini üstleniyor. Olaylar bunun ardından başlıyor. Elektrik fiyatları yüzde üç yüz artıyor. Bu fiyatları ödeyemeyen halk borçlanıyor. Sonunda kış ayları geliyor. Birden ESKOM yetkilileri evlerin elektriklerini teker teker kesmeye başlıyor. Geceleri zifiri karanlığa gömülen evlerde ne bir müzik sesi nede sıcaklığın dokunduğu insan tenine rastlanılıyor. Bunun üzerine insanlar Soweto Elektrik Kriz Komitesi’ni kuruyorlar. Bu komitenin üyelerinden oluşan bir grup, ESKOM’un ekiplerinin ardından bütün evleri gezip kesilen kabloları tekrar bağlıyorlar. Böylece evler elektriğe kavuşuyor. Şirket bununla baş edebilmek için şu an Türkiye’de de kurulması için çalışmalar yapılan “Ön Ödemeli Sistem”e geçiyor. Yani bir kartınız oluyor, bu karta bir miktar para yüklüyorsunuz. Kartınızdaki para bitene kadar elektriği kullanıyorsunuz. Ama kartta para kalmadığı zaman otomatik olarak elektriğiniz kesiliyor. Böylece fatura ödemekte bile zorlanan insanlardan kullanmadıkları elektriklerin parası alınıyor. Türkiye’de de yapılmak istenen aynen bu. Bu işlem evlerin önündeki elektrik kutularına takılan bir anahtarcıkla işleme geçiyor. Bizim Soweto Elektrik Kriz Kurumu da çözümü elektrik kutularındaki dijital anahtarları kırarak tekrar elektriği evlere vermekte buluyor. Bu kurumda görevli olan Bongani Lubisi adlı genç adam durumu filmde anlatıyor. Hayatının tehlike altında olduğunu ve polislerle sürekli bir kaçma kovalamaca halinde olduklarını söylüyor. Ve ne yazık ki filmin sonunda Lubisi’nin öldüğü ve başka bir bilgiye ulaşılamadığı ortaya çıkıyor.

 

Daha sonra ikinci hikayemiz başlıyor İngiltere Demir Yolları’nın özelleştirme hikayesi anlatılıyor bu kısımda. Simon Weller adındaki makinist demiryollarının içler acısı halini anlatıyor. Demiryolu 150 ayrı şirkete satıldı. Her birinin yaptığı tek bir yenilik var çalışanlara yeni formalar vermek. Ne maaş ne sosyal güvenlikte hiç bir yenilik yok. Üstelik özel şirketler maliyet artmasın diye demiryollarının bakımına da gerektiği kadar önem vermiyor. Bunun sonucunda üç büyük ölümlü tren kazası oluyor. Bu kazaların özelleştirmeden sonra art arda olması özelleştirmenin doğruluğu hakkında tartışmalar yaratıyor. Ve bunlar iptal ediliyor. Weller şu anlamlı sözleri söylüyor. “Özelleştirmeden önce bizim vergilerimizle bu demiryolları yapıldı. Sonuçta kurum bu anlamda halkındı, özelleştirdiler ve bizim olanı bize bir daha sattılar.” İngiltere özelleştirme için çok önemli bir ülke. Çünkü bu kavram İngiltere’den çıkıp daha sonra IMF, Dünya Bankası ve ABD Maliye Bakanlığının üçlü desteği ile dünyada gelişiyor. İngiltere’de bu sistemin köklerini atan siyasi gücün lideri Margreth Teacher ekrana çıkıyor. 1980’lerde özelleştirme lehine yaptığı bir konuşmayı dinliyoruz. Demir Leydi aynen şunları söylüyor: “Sosyalizmi adım adım geriye itiyoruz. İktidarı yeniden halka veriyoruz.” Bunun adı da özelleştirme oluyor Teacher’a göre.

 

Üçüncü hikayemiz ise Filipinler de geçiyor 53 yaşındaki Minda Lorando Manila’da yaşıyor. Oğlu haftada iki kez diyaliz makinasına girmek mecburiyetinde. Yoksa her an ölümle karşı karşıya kalabilir. Fakir Lorando sürekli para arıyor. Çünkü oğlunun diyaliz masraflarını karşılayacak bir kurum yok. Manila’da sağlık işleri 1980 yılından sonra özelleştirilmiş. Bu özelleştirmeden önce hastaneler fakir insanlara bedava bakıyormuş. Bir tür devlet sigortası gibi bir şey. Fakat özelleştirme olduktan sonra fakir halk hastanelere bile giremez olmuş. Gözyaşları içindeki kadın her hafta oğlunun sırat köprüsünden geçtiğini para bulamadığı anda hayatını kaybedeceğini söylüyor. Lorando oğlunun canı için hastanede bir doktorla pazarlık yapıyor. Doktor elinden bir şey gelmeyeceğini parlamentoya gitmesini söylüyor. Ve o haftalık bir milletvekili oğlunun diyaliz parasını ödüyor. Hayat için savaş bir sonraki haftaya kalıyor. Filmin en etkili sahnelerinden biri de bu an karşımıza çıkıyor. Lorando ile para için kavga eden doktor eline mikrafonu alıyor ve kameraları bir odaya sürüklüyor. Yatakta bir kadıncağız yatıyor. Nefes alamadığı çıkardığı seslerden anlaşılıyor. Başında dikilen adam eliyle bir körüğü sıkıyor. O her sıktığında yaşlı kadın bir nefes alıyor. Çelimsiz elleriyle kendi göğsünü tırmalıyor. Çünkü aldığı nefes yetmiyor. Ve doktor konuşmaya başlıyor. Bizim elimizden gelen bu. Bu kadının her nefesi için bir akrabası bu körüğü sıkmak zorunda. Bu görevi yerine getirmesi gereken makinayı almak için para gerek. Özelleştirme böyle bir fonun oluşmasını engelliyor. Otel gibi hastaneler, koskoca bekleme salonları son derece ilgili çalışanlar ne yazık ki sadece özel hastaneler de var. Onlara zenginler girebiliyor. Burada biz doktorlar ise sistemin çirkin yüzü olarak muhtaç insanların önüne atılıyoruz. Özelleştirmenin gerçeklerini birileri gösterebilmeli.

 

Son çarpıcı hikayemizde Bolivya’dan geliyor. Dona Rosa, Su Savaşları’nın ikonu olmuş 60 yaşında beş çocuk annesi bir kadın. Bolivya’da su hizmetleri özelleştirilince ayaklanan halkın sembolü olmuş. Bu hikaye sistemin nasıl işlediğini anlamak için çok önemli. Dünya Bankası ve IMF borç içindeki Bolivya’ya para vermek için bazı şartlar öne sürüyor. Bunların en başında da bazı kurumların özelleştirilmesi var. Bolivya bu şartları kabul etmek zorunda kalıyor. Ve su hizmeti veren kurum özelleştiriliyor. ABD şirketi Bechtel bütün su kurumunun sahibi oluyor. Öyle şartlarla bu özelleştirme yapılıyor ki, halkın yağan yağmuru toplaması bile yasaklanıyor. Fahiş fiyatlara çıkan su parası ödenemez hale geliyor. İnsanlar susuzluktan kırılıyor. Sonunda isyanlar başlıyor. Polisle başlayan çatışmalar hükümeti sarsmaya başlıyor. Gösteriler bütün dünya televizyonlarında gösterilmeye başlayınca ABD şirketinin oyunu ve inanılmaz şartlar ortaya çıkıyor. Hükümet ile Bechtel şirketi geri çekiliyor ve halkın suyu halka geri veriliyor.

 

SON SÖZ: Türkiye’de de bütün yukarıdaki örneklerde olduğu gibi IMF ve Dünya Bankası’nın zorlaması ile giden bir özelleştirme atağı var. Şu an ülkemizde kurulmaya çalışan bütün sistemler başka ülkelerde denenmiş durumda. Üstelik acı olan bu ülkelerin hepsi bu iki kurumun baskısına dayanamayacak kadar zayıf ülkeler ve özelleştirmenin acısını çektiler. Şimdi durup düşünmeliyiz. Yabancı sermayeye duyulan ihtiyaç suyumuzu elektriğimizi ve tabii canımızı satacak kadar acil mi veya önemli mi? Çünkü özelleştirme denilen canavar, süpermarketleri ve bankacılığı çok da önemsemiyor. Onlar için tüketimi mecburi olan hizmetleri ele geçirmek önemli. Su içmeden yaşayabilir misiniz? Doktora veya hastaneye gitmeden durabilir misiniz? Kışın soğuğunda elektrikleri kapatıp evinizde donabilir misiniz? Eğer bunlara evet diyemiyorsanız özelleştirmeye karşı çıkmak zorundasınız.

 

 

 

 

Serdar Akbıyık
1967 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Antropoloji Bölümü'nü bitirdi. Erol Simavi Vakfı Gazetecilik Bursu'nu kazanıp iki yıllık eğitimden sonra Hürriyet Gazetesi'nde istihbarat muhabiri olarak mesleğe başladı. 1992 yılında Hürriyet Yazıişleri'ne geçti. 1993'te Spor Gazetesi'ni kuran grupta yer aldı. 1996'da Hürriyet Yazıişleri'ne döndü. 1999'da Star Gazetesi kuruluşunda bulunmak için Hürriyet'ten ayrıldı. 2000-2001 yıllarında Almanya'da Star Gazetesi'ni çıkaran grupta Yazıişleri Müdürlüğü yaptı. 2002'de Türkiye'ye dönüp Star Grubu'na bağlı olan ve yeniden yayımlanan Hayat Dergisi'nde görev aldı. Hayat Dergisi'nde ve Star Gazetesi'nde sinema eleştirmenliği yaptı. 2004 yılında Star Gazetesi Yazıişleri Koordinatörlüğü görevine getirildi. Halen Star Gazetesi İnternet Yayın Müdürlüğü ve sinema eleştirmenliğini sürdürmektedir. Star Gazetesi, Kral Müzik Dergisi ve internette çıkardığı Cinedergi'de sinema yazıları yayımlanmaktadır. 2007 yılında "Türk Sineması'nı Yönetenler" adlı yönetmenlerle yaptığı röportajları kapsayan bir kitap çıkardı.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.