SERDAR AKBIYIK

“10 Kasım 2008, Atatürk’ün ölümünün 70. yıldönümü… Türkiye 70 yılda Ata’sı için dört başı mamur bir film yapamadı. Onu Türkiye’ye, dünyaya, yeni yetişenlere tam anlatamadı. Yapılan belgeseller, Türkiye ölçeğiyle sınırlı, belli bir dönemle kısıtlı ve resmi bir dilde tutsak kaldı. Selanik’ten Dolmabahçe’ye kadar hayatını başından sonuna mercek altına alan, onu şablonlardan uzak olarak askeri, siyasi, insani boyutlarıyla anlatan bir filmin eksikliği hep hissedildi. “Mustafa”, işte bu ihtiyaca cevaben hazırlandı. 15 yıldır Atatürk belgeselleri yapan, “Sarı Zeybek”le seyirciyi Ata’nın insani yüzüyle tanıştıran Can Dündar ve ekibi şimdi onun bütün hayatını sinema diliyle anlatıyor. 29 Ekim’de vizyona girecek “Mustafa”, seyirciyi, özellikle de yeni nesli Atatürk’ü yeniden keşfe davet ediyor.”

İşte Can Dündar’ın “Mustafa” belgeselinin basın bülteni bu cümlelerle başlıyor. Sonuna kadar da doğru saptamalar.

Biz de bu sayımızda hem niçin dört başı mamur bir Atatürk filmi yapılamadığını hem de bu iş için şimdiye kadar ne uğraşlar verildiğini bir inceleyelim dedik. Bütün zorluklardan sıyrılarak izleyiciyle bir şekilde buluşmuş ve büyük lideri kendi senaryosu içinde anlatabilmiş filmleri de sıraladık. Tabii bir elin parmakları kadar olan bu üretimler ne bizi ne de siz okuyucuları tatmin etmeyecektir.

Türk Sineması’nda her daim Atatürk filmi denildiğinde artık neredeyse geyik muhabbeti haline gelen ahlar oflar ile çaresiz kalan sinemacıları dinleriz. Peki bunun sebebi nedir. Tabii ki inanılmaz zorluklarla karşılaşılıyor. Ve sadece sinemamızın isimlerinin yetersizliği değil büyük lideri sinemada anlatamamak. Türkiye’nin toplumsal bir probleminin uzantısı bu durum. Kabul etmeliyiz ki Türk toplumu sürekli olarak bir dönüşüm veya dönüştürülme baskısı altındadır. Laik ve dini çevrelerin artık elle de tutulan savaşının bir sonucudur bu. Durum böyle olunca Atatürk’ü nasıl yansıtmak gerektiği içinden çıkılmaz bir sorun olur. Çünkü Atatürk’ün hayatı sadece onun hikayesi ne yazık ki hiç olamamaktadır. O sürekli Türk Milleti ile özdeştir. Onun yaptıklarından çok şu an hangi enerjiyi tetikleyeceği problemdir insanların kafasında. Bu yüzden her bu işe bulaşmak isteyen sinemacı iki tarafında tepkisinden korkmakta ve elini taşın altına koymamaktadır. Gerisi ise lafı güzardır.

Şimdiye kadar Atatürk filmleri çekme çabalarına bence en sondan başlamak lazım. Biray Dalkıran Atatürk’ün kendi yazdığı bir senaryoyu filme çekme çalışmaları içinde şu günlerde. Bu senaryonun ikinci sinemaya çekilme çabası. İlk olarak 1938 Kasım ayında hayatını kaybeden Atatürk’ün 1937 yılında bir film senaryosu yazdığı ortaya çıkmış. 1930 yılında “Atatürk’ün Gezi Belgeseli” adlı ilk projesiyle Türkiye’nin önemli sinemacılarından olan Münir Hayri Egeli, Atatürk’e “Ben Bir İnkılâp Çocuğuyum“ adlı senaryosunu çekeceğine dair söz vermiş, ancak Atatürk’ün hastalığı nedeniyle rafa kalkmış. 1938 yılında Atatürk’ün vefatı üzerine tamamen rafa kalkmış görünen 137 sayfalık senaryo, 81 ili temsil eden Türkiye Sivil Toplum Kuruluşları Konfederasyonu’nun kararıyla 2008 yılında hayata geçiyor. Şu ana kadar en ciddi çalışma diyebiliriz Dalkıran’ın Atatürk filmi için. Tabii kurtarıcımızın yazdığı senaryoyu oradan buradan kırpmak veya bizim ideolojimize uygun değil demek biraz sıkacağı için bence Dalkıran’ın işi diğerlerine göre daha kolay olabilir. Tabii burası Türkiye. Peki tarih içinde daha neler yaşandı Atatürk filmini çekmek için. Hangi ünlüler camilere kadar gidip Türk Kamuoyunu etkilemek için ezanlar dinledi, devlet kapılarını tırmaladı bir bakalım.

Metin Erksan’a göre Atatürk filmi hikayesinin başlangıcı, 1951’de ünlü aktör Douglas Fairbanks Jr.’ın Türkiye’de devlet töreniyle karşılanıp Atatürk rolü için hazır olduğunu söylemesiyle başlar. Ama Fairbanks Jr. ABD’ye döndüğünde senaryoda pürüzler çıkar. Fairbanks yılar ve projeden vazgeçer. Aynı senaryoyu takip eden ve Atatürk’ü canlandırmak isteyen ünlü bir aktör daha vardır o tarihlerde. Bu isim Laurence Olivier’dır. Senaryoda pürüz çıksa da filmin gerçekleşeceğine inanan İngiliz aktör Laurence Olivier, Atatürk’e hayranlığını dile getirip rolü istediğini söyler ve tabii karşısında bir muhatap bulamaz. Laurence Olivier’in oğlu Tarquin bunu bir aile meselesi haline getirip Türk eşinin de yardımıyla 10 yıl sürecek bir çaba içine girer. Onun ideal Atatürk’ü, Antonio Banderas’tır. Film bu kez 28 Şubat sürecine takılır ve de ABD’deki Ermeni lobisinin Banderas’a, “Oynarsan senin için iyi olmaz” tehdidiyle rafa kalkar. Birkaç yıl sonra kendisiyle röportaj yapan bir gazetecinin, Banderas’a “Niye Atatürk’ü oynamadınız” sorusuyla tekrar gündeme gelir. Banderas’ın açıklamaları çarpıcıdır: “Atatürk rolü için teklif almadım ama dünyada onu canlandırmak istemeyecek bir oyuncu bulunduğunu sanmıyorum. Ancak Atatürk gibi büyük insanları canlandırmak risklidir. Ufacık bir hatada çok fazla tepki çekebilirim.”

Görüldüğü üzere Atatürk’ü yanlış yorumlama korkusu sadece Türk Sinemacıların değil bütün dünyanın tarihini yeniden yazan Hollywood’u bile yıldırmış durumda.

Geriye dönersek Laurence Oliver’dan sonra kolları sıvama sırası 10 Emir, Samson ve Dalila gibi büyük filmlerin yapımcısı ve yönetmeni Cecil B. DeMille’dedir. DeMille, İngiltere ve Türkiye’den filmin yapılabilmesi için yardım ister. Dönemin İngiltere başbakanı Churchill “Hay hay” derken, Türkiye üzerine bile alınmaz. Ancak DeMille öldükten sonra bu projede kendisiyle ortaklık yapan yapımcı Adil Özkaptan, dönemin Türkiye Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel ile görüşür. Hatta başrol oynayacak oyuncu da bellidir: 1950’lerde ortalığı kasıp kavuran Kral ve Ben’in karizmatik kralı Yul Brynner.

Sinema tarihçisi Burçak Evren, Yul Brynner’ın Atatürk rolü ile ilgili macerasını, bir makalede şöyle anlatır: “Atatürk filminde oynamaya kararlıydı. İşi en kestirme yoldan almak istiyordu. İstanbul’da Sultanahmet Camii’ne giderek huşu içinde dakikalarca Kuran-ı Kerim dinledi. Kendisini izleyen gazetecilere, ’Üzerimde büyük bir tesir bıraktı’ dedi.

Etkilenmişti ama onun asıl istediği etkilemekti. Daha sonra Dolmabahçe Sarayı’nda yemeğe davet edildi. Ata’nın gözlerini yumduğu odaya girdiğinde şapkasını çıkardı, dizlerinin üzerine çöktü ve “Atatürk’ün hatırası önünde saygıyla eğiliyorum” dedi. Ertesi gün Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel ile 35 dakika görüştü.” O sırada böyle bir projeyi engellemek isteyenler de ortaya çıkar. Bahaneleri hazırdır: “Tarihlere sığmayacak bir varlık, filmlere sığdırılamaz.” Sonunda engellemek isteyenler başarır ve proje rafa kalkar.

Yıl 1980’dir Türkiye 12 Eylül darbesi ile sallanmakta, yıkılmakta sonra tekrar ayağa kalkma çabalarının içine girmektedir. Eskiye kalın bir yorgan çeken o dönemin darbeci lideri Kenan Evren yapılmayanları yapma iddiası ile Atatürk filminin kendi döneminde çekileceğini söyler.

Bunun üzerine o dönemin ünlü sinemacılarının ürettiği 10 senaryo Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne ulaştırılır. İçlerinden Halit Refiğ’in “Gazi ve Latife”si ile Refik Erduran’ın “Metamorfoz”u beğenilir. Fakat Refiğ’in senaryosu Atatürk’ün evliliği etrafında geçtiği ve askerliğini arka plana attığı için rafa kaldırılır; Metamorfoz’u Feyzi Tuna çeker. Fazlasıyla didaktik olan yapım askeri yönetimin desteğini aldığı için hiç bir tartışma veya eleştiri yaşanmadan tarihi sararmış yaprakları arasında kaybolmaya bırakılır.

Aynı yıllarda, Boğaziçi Üniversitesi eski rektörü Prof. Dr. Semih Tezcan daha ciddi bir film çekmek ister. 24 yıl süren bir çabadan sonra o da pes eder, bütün yaşadıklarını ve pes etmesinin sebebini bir kitap olarak yayınlar. “Atatürk Filmi Teşebbüsü Nasıl Baltalandı?” isimli bir kitabında iki kişiyi hedef alır. Dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Mesut Yılmaz ve dönemin Devlet Bakanı Hasan Celal Güzel. Semih Tezcan durumu kısaca şöyle özetler: “Üç saat olarak tasarladığım filmin bütçesine kadar her şeyi hazırdı. Hatta o zaman Kenan Evren filmin bütçesine katkı olsun diye sigaraya zam bile yapabilirdi. Ama top oradan oraya atıldığı için proje hayata geçmedi. O zamanki Devlet Bakanı Hasan Celal Güzel, “Bu işe evlet niye para ayırsın ki? Yabancı yapımcıları çağırırız, koşarak gelirler. Hata bize de para kalır” dedi. Bu filmi engelleyenler Yüce Divan’da yargılanmalıydı. Zamanın Cumhurbaşkanı yazılı talimat vermesine rağmen, kurdukları komisyona beni çağırmama insiyatiflerini kullandılar. Zaman içinde de böyle bir filmin varlığını unutturdular. Türk milletinin yıllarını çaldılar.”

Ve geldik günümüze… Türk Sineması atılım yapıyor ve büyüyor diye en az dört yıldır gazeteye yazılar, mikrafonlara söylevler veriyoruz. Bu ben de yapıyorum. Fakat nicelik nitelik tartışmasına kendi adıma asla girmiyorum. Çünkü yıllar sonra yeşeren umutları solmdurmak istemiyorum. Eğer bu Türk Sineması gelişiyorsa, güçleniyorsa, dış baskılardan kendini koruyup ulus sinemasının yapması gerekenleri yapıyorsa öncelikle bir Atatürk Filmini ortaya koyabilmeli. Ömer Kavur’un İngiltere’de yaşayan kuzeni Fuad Kavur bu yolda yeni çabalara girmiş durumda. Atatürk Filmi için senaryosunu yazmış, yapımcılarla görüşmeler sürüyor. Onun Atatürk rolü için biçilmiş kaftan dediği kişi de, son James Bond olarak tanıdığımız Daniel Craig. O da olmazsa Jude Law. İkisi de İngiliz, ikisi de sarışın ve mavi gözlü.

Belgesel olarak Can Dündar’ın vizyona sokacağı “Mustafa” bütün bu nedenlerden dolayı çok önemli bir yapım. Ama kurgu öykü değil. Sonuçta bir belgesel. Tamam çölde bir vaha bizim için. Ama Okyanuslar sırada bekliyor. Bu biraz ayıp olmuyor mu Türk Sineması için?

Şimdiye kadar Atatürk ile ucundan köşesinden ilgili bir kaç filmi aşağıda özet olarak sizlere sunduk. Durumumuzu daha iyi görün diye…

Cumhuriyet

Zafer coşkusu içinde, İzmir sokakları “Yaşasın Gazi, Yaşasın Ordu, Yaşasın Büyük Millet Meclisi” sesleriyle inlemektedir. İzmir`deki evi, Başkumandanlık Karargahı olarak kullanılan Latife Hanım`ın Mustafa Kemal`e olan hayranlığı her geçen gün artmaktadır. Bu arada, Zübeyde Hanım, oğluna ilgi duyan bu İzmirli genç hanımla tanışmak ister. Latife Hanım, İzmir`e gelecek olan Mustafa Kemal`in annesini evinde ağırlamak için ısrar etmektedir. Çankaya Köşkü`nde Zübeyde Hanım`a ve Mustafa Kemal`in Doğu Cephesindeyken evlat edindiği küçük Abdürrahim`e bakan Fikriye Hanım`ın rahatsızlığı ilerlemekte, ancak kendisi bunu özellikle ölesiye sevdiği Mustafa Kemal`e belli etmemeye çalışmaktadır. Çankaya Köşkü`nde bir dost toplantısında piyano çalarken öksürük krizine tutulan Fikriye Hanım, hiç istemediği halde Münih`te bir sanatoryuma gönderilir. Bütün bunlar olurken işgalcilere karşı savaş da bütün hızıyla sürmektedir.

Yönetmen: Ziya Öztan

Senaryo Yazarı: Turgut Özakman

Oyuncular: Rutkay Aziz, Savaş Dinçel, Hülya Aksular, Dolunay Soysert, Yeşim Alıç, Ayda Aksel, Macide Tanır

Metamorfoz

Film yeni kurulan Türkiye’yi anlatmaktadır.Bir gazeteci araştırma yapmak amacıyla Türkiye’ye gelir.Atatürk’ün yaptığı inkılaplar anlatılır.Eski Osmanlı gelenekleri mesela kadınlar birkaç erkek grubu gördüğünde yüzlerini görmesinler duvar kenarlarına saklanırlar.Yine kadınlar eşlerinin arkalarından yarım veya birkaç metre arkada yürürler gibi olaylar vardır.

Yönetmen: Feyzi Tuna

Senaryo: Refik Erduran

Oyuncular: Mahir Günşıray

Yorgun Savaşçı

“Yorgun Savaşçı” Kuvayı Milliye’nin ilk günlerini, amansız koşullara karşın nasıl başarıyla yapıldığını anlatır…12 eylül 1980 sonrası askerlerin kurduğu hükümet tarafından Kemal Tahir’in romanından filmi trt ye çektirilmiş ve dönemim başbakanı ve silah arkadaşları tarafından “Türk halkına böyle bir film izlettiremeyiz bizim politikamıza uygun çekilmemiş” diye bu film televizyonda yayınlanmamıştır. Daha sonra film zamanın başbakanı Bülent Ulusu tarafından tüm kopyalarıyla birlikte yaktırılmıştır. uzun yıllar sonra söz konusu filmin bir kopyası daha bulunmuş ve özel bir kanalda yayınlanmıştır.

Yönetmen: Halit Refiğ

Senaryo: Halit Refiğ, Kemal Tahir-Kitap

Oyuncular: Can Gürzap

Sarı Zeybek

Bu belgeselde, Atatürk’ün 300 gününe tanıklık etmiş kişilerin yazdıkları ya da anlattıkları anılardan yararlanılmıştır. O’nu özlüyoruz..O’nunla hiç yüz yüze gelmedik..Ama O’nu tanıyoruz… Yıllar sonra O’nunla yolculuk yapmak… O’nunlayız… Sarı Zeybek, Gazi’nin ölüme meydan okuyuş dansı. Ata’nın son günleri, Can Dündar’ın farklı bakış açısıyla anlatılıyor.

Yönetmen: Can Dündar

Senaryo: Can Dündar

Son Osmanlı Yandım Ali

İşgal sırasında terhis edilen bahriye çavuşu Yandım Ali (Kenan İmirzalıoğlu), kendisi askerdeyken evlenen Defne (Cansu Dere) için, için için yanmaktadır. Onu alıp Viyana’ya kaçırmak niyetindedir. Ama Mustafa Kemal’e rastlayınca işlerin boyutu değişir. Kendini vatanına adayan bu genç adam asıl aşkının üzerinde yaşadığı topraklar olduğunu anlar. Tek başına bu ülkenin davasını omuzlamaya kalkar.

Yönetmen: Mustafa Şevki Doğan

Senaryo: Suat Yalaz, Mehmet Soyarslan, Baykut Badem

Oyuncular: Kenan İmirzalıoğlu, Cansu Dere, Emin Boztepe, Engin Şenkan, Alican Yücesoy

Serdar Akbıyık
1967 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Antropoloji Bölümü'nü bitirdi. Erol Simavi Vakfı Gazetecilik Bursu'nu kazanıp iki yıllık eğitimden sonra Hürriyet Gazetesi'nde istihbarat muhabiri olarak mesleğe başladı. 1992 yılında Hürriyet Yazıişleri'ne geçti. 1993'te Spor Gazetesi'ni kuran grupta yer aldı. 1996'da Hürriyet Yazıişleri'ne döndü. 1999'da Star Gazetesi kuruluşunda bulunmak için Hürriyet'ten ayrıldı. 2000-2001 yıllarında Almanya'da Star Gazetesi'ni çıkaran grupta Yazıişleri Müdürlüğü yaptı. 2002'de Türkiye'ye dönüp Star Grubu'na bağlı olan ve yeniden yayımlanan Hayat Dergisi'nde görev aldı. Hayat Dergisi'nde ve Star Gazetesi'nde sinema eleştirmenliği yaptı. 2004 yılında Star Gazetesi Yazıişleri Koordinatörlüğü görevine getirildi. Halen Star Gazetesi İnternet Yayın Müdürlüğü ve sinema eleştirmenliğini sürdürmektedir. Star Gazetesi, Kral Müzik Dergisi ve internette çıkardığı Cinedergi'de sinema yazıları yayımlanmaktadır. 2007 yılında "Türk Sineması'nı Yönetenler" adlı yönetmenlerle yaptığı röportajları kapsayan bir kitap çıkardı.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.