Cingöz kitap!
Ali Ulvi Uyanık
Minimalist sinema, başka bir tanımla yalın, vakur, içten bir tür sinema, bir de yürekliyse, filmler defalarca izleyebileceğiniz küçük küçük başyapıtlar olarak başucunuzda durur. Yeter ki samimiyetine inanın. “Tatil Kitabı”nda, Silifke’de yaşayan 10 yaşındaki Ali’nin tatil süresince yaşadıkları gibi hikâyeler de iyi bir çıkış noktasıdır… Sert mizaçlı – sürekli iş ve para kazanmayı düşünen babası, anlayışlı – sevecen annesi, askeri okuldan ayrılıp sivil yaşama geçmek için gerekli tazminatı dert edinmiş ağabeyi ve kentte ‘deneyip başarısızlığa uğramış’, yine dükkâna dönmüş amcası ile geçirdiği o yaz, büyüklerin dünyasına ciddi bir giriş yaptığı da yazdır. Otorite ile iyice tanıştığı… İşte tam da bu noktada, bir tür kurnazlık devreye giriyor. Öyle ki, aslında eleştirmen olarak önerme yapmanızın bir anlamı yok! Çünkü , ‘masum öyküde ‘öyle bir şey yok!’. Ne mi? Filmdeki çerçevelerin içine giren ve gayet net algıladığınız ‘daha geniş anlamda bir otorite’nin varlığı! Finalde, Antonioni’nin “Professione: reporter” adlı filminin yine finalinden esinlemiş olduğunu düşündüğüm, yalnız burada ters yönde yapılan kamera hareketi, Ali’nin yakın planından çok yavaş geriye kaydırma ile genel plana ulaşıyor; iyice belirginleşen ‘otorite’ simgesi, esas vurguyu göze sokuyor.
Kuşku yok ki, sinema –sık sık vurgulamanın önemli olduğunu düşündüğüm gibi- alabildiğine özgürdür, dünya ve evrendeki her atom(felsefi anlamda atom) eleştirilebilir. Ama yeteneğiniz kısıtlı ise ve açıkgözlüğe başvurursanız bu itici olur. İşte bu ‘alt niyet’ dolayısıyla bu film bana hiç sevimli ve üstelik Silifke gibi cennetimsi bir yerde geçmesine rağmen cazip gelmedi. Dünyanın hemen hemen her ülkesindeki küçük yerleşim birimlerinin sınırları içinde geçen yaşamlar ve bazen bu yaşamlardan kurtulmak için zincirlerini (burada baba otoritesi) kırmak isteyen bireyler konu edilir. Bu genelde, bahsettiğim ‘küçük bir sinema’ anlayışı ile gerçekleştirildiğinde –ki amaca uygundur- çok zevk verir. Ama burada küçük bir çocuk üzerinden aile bireylerine uzanan öyküde, kadrajın içindeki her bir öğenin tesadüf olamayacağı ve yönetmen tarafından düzenlenmesi gerektiği temel koşul olan bu profesyonel sinemada, ‘büyük otorite’ vurgusu beni rahatsız etti. Rahatsız eden vurgulanan değil, bu yaptığım önermenin rahatlıkla çürütülecek olabilirliği. Yani “öyle bir vurgu yok” dense kalakalırsınız. Ancak o zaman da mizanseninden sorumlu olmayan bir yönetmenin “yönetmen” olarak varlığı kabul edilemez: Aynen oyuncu yönetiminde tam anlamıyla ‘çuvallaması’ gibi. Profesyonel, yarı amatör ve amatör kadronun yönetilmesinde bir sorun daha doğrusu yönetilememesi gibi bir sorun söz konusu. Örneğin, babayı oynayan bir adamcağız var, metni zor ezberlemiş, zar zor konuşuyor, sahne ‘düşüyor’, berbat oluyor, yönetmen ortada yok! Yani hiç kimse mi uyarmıyor? Hiç mi yeniden alınmıyor? Uzatmak gereksiz.
Ben genç yönetmenlerin daha cesur, söyleyecekleri bir şey varsa daha net söylemelerinden yanayım. Yoksa “Ulak” gibi(üstelik bu filmde yönetmenin kafası da karışıktı), “Tatil Kitabı” gibi her yana çekilebilecek ve kusura bakılmasın izleyeni –yaratıcıları öyle düşünmese bile-pek de akıllı yerine koymayan filmlerden çekeceğimiz var. Kişisel arzum, Türkiye’deki ve AB ülkelerindeki festivallere, aşiret-cemaat-tarikat gibi bir yığın büyük otoritenin egemenliğinin de sorgulandığı filmlerin katılması.