FATİH Akın ismi artık sadece Türkiye ve Almanya’da değil, bütün dünyada tanınmış bir marka. ‘Duvara Karşı’ ile Metin Erksan’ın ‘Susuz Yaz’ından 40 yıl sonra Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülünü kazanan Akın ardı ardına çektiği filmlerle ödüllerine ve başarılarına yenilerini ekliyor. Akın’ı film çekmeye iten dürtüleri ve kendi ülkesini keşfetme yolundaki duraklarını sorduğumuzda daha önce duymadığınız yorumlar getirdi. İşte Akın’ın hedefleri ve kendini keşfetme yolculuğu…

Her yönetmenin kendine göre bir derdi var. Üretimlerini bu derdin peşine düşerek yapıyorlar. Sizin filmlerinizde de köklerinizi tanıma hep odağınızdaki konu. Mesela “Yaşamın Kıyısında” da bu çok belirgin.

Köklerimi keşfetmek. Bu film bana hayatımda ilk kez Trabzon’a gitme fırsatını verdi ki, ben Trabzonluyum. İstanbul’u artık yavaş yavaş tanıyorum. O yüzden Anadolu’yu merak ediyorum. Bir sürü hikaye var bu ülkede. Burada ki hikayeler bana bir yandan daha yakın. Benim filmlerimi Çin’de Meksika’da değil burada çekmem daha mantıklı geliyor. Tabii ileride oralarda da film yapmak isterim Ama şimdiye kadar kendi memleketimde film çekmek kendimi keşfetmek anlamında bana daha doğru geldi.

Geçen yıl “Hayatımın Kadını” filmimin gecesinde görüştüğümüzde bir takım sıkıntılarınız vardı. Bush tişörtü meselesi yüzünden Almanya’da tepki görmüştünüz. O şikâyetçi dönemden Almanya adına Oscar adayı bir filminiz oldu. Bu arada neler değişti?

O Bush olayı planladığım bir şey değildi. Zaten benim hayatımda birçok şey böyle oluyor. Başka türlü bir ciddilik bir yaşadım. Benim çok yakın bir arkadaşım “Yaşamın Kıyısında”nın çekimlerinde hayatını kaybetti. Filmin hem yapımcısı hem de senaryo doktoru dediğim kişi. Filmde işlediğimiz konu ile karşı karşıya geldik. Bu yazarken olmadı ama çekerken oldu, ilginç bir şey.

Bu dönemin sizin sinema dilinize bir etkisi oldu mu?

Olgunlaştım mı bilmiyorum. İnşallah ilerde 20-30 filmin sahibi olurum. O zaman belki bunu daha doğru değerlendirebilirim. Bir tarz aramıyorum. Bir sürü yönetmen takip ediyorum. Bir film yapıyorlar, o film başarılı oluyor. Ondan sonra hep aynı tarz film yapmaya devam ediyorlar. Ben sinemayı çok seviyorum, çok merak ediyorum ve kendi tarzımı da öğrenmek istemiyorum. Yeni filmim eminim ki konusu ne olursa olsun tarzı farklı olacak. Bir tarzın veya türün ismi olmak istemiyorum. Sürekli değişeceğim ve yeniliklerle besleneceğim. Amacım bu.

Bir Hollywood, Avrupa, Uzakdoğu sineması dili var. Türk sinemasının bir dili olduğunu söyleyebilir miyiz?

Türk sinemasının yüzde yüz kendine ait bir sinema dili var.

Peki bunlardan hangisine daha yakın?

Uzakdoğu sinemasına daha yakın.

Filmleriniz festivallere katılıyor. Türk sinemasında da bazı üretimler festivallerde çok beğeniliyor ama Türkiye’de gişe yapamıyor. Nuri Bilge Ceylan ve Semih Kaplanoğlu’nun filmleri buna örnek olarak verilebilir. Türkiye de sizin dil dediğiniz şeyi de en çok bu insanlar belirliyor. Bu bir problem değil midir? Halktan kopuk bir dil oluşmuyor mu?

Bu üzücü bir şey. Hepimiz isteriz ki filmlerimizi herkes izlesin. Ben filmlerimi izlensin diye yapıyorum. Ben ve Nuri Bilge Ceylan olayı şöyle kurtarıyoruz; Bir tek ülkede değil de 60-70 ülkede vizyona giriyor filmlerimiz. Bir şeyler toplanıyor ve sonuçta devam edebiliyoruz. Bir sürü insan filmi izlemiş oluyor. Ama halktan kopuk bir üretim yapmak kesinlikle istemiyorum. Tabii halka daha yakın sinema demek sığ, derdi olmayan, daha az düşünen filmler ise ya da daha az ciddi filmler ise ben böyle bir yakınlığı kabul etmem. Halimden ve üretimlerimden memnunum bu konuda. Bu duygu Türk sinemasında hep vardı. Lütfü Akat, Metin Erksan, Atıf Yılmaz da vardı. Bunlar daha ticari filmler yaptılar. Bunu bir sürü nedeni var. Sonuçta her şeyi para yürütüyor. Bu filmlerin arkasında daha çok para olsaydı, reklam için, sinema kiralamak için, halk bizim filmlerimize yabancı kalmaz. Sonuçta kendi filmimi sadece bir entel dantel topluma yapmıyorum. Ben genele seslenmek istiyorum. Filmlerimi işçi sınıfından gelen, benim akrabalarım olan insanlar, muhafazakâr insanlar, taksici arkadaşlarım izlediğinde çok beğeniyorlar. Ama “ben bu filmi hiç duymadım” diyenler de var. Bu da tabii dağıtımla, parayla ilgili bir sorun. Bu sinemanın çok klasik bir eksikliği. Tüm dünya sinemasında bu var. Halka çok daha yakın, gişe yapan, rekor kıran ve daha yabancı kalanlar. İnsanlar şöyle de düşünüyor olabilir: “Nasıl olsa kendi hayatım dert sıkıntı içinde, daha da dertli bir film izlemek istemiyorum.” Buna da saygı gösteririm. Bizim filmimizi izlemek biraz cesaret ister. Ama kimsenin işlediğimiz konulara fazla yabancı kalacağını sanmıyorum. Çok klasik konular bunlar.

Almanya’da sizin gibi Türk asıllı bir çok yönetmen ve sinemacı var. Bence Türk sinemasının ayrılan bir dalısınız. Bu noktada Türkiye’de ki bir hikayeyi yorumladığınızda tam olarak yetkin olabilir misiniz?

Bence evet. Yarın öbür gün bir fırsatım olursa senaryosuyla, kadrosuyla, konusuyla yüzde yüz buraya ait bir film yapabilirim ben. Acelem yok, daha vaktim var. İkincisi çok kültürlülük denilen bir gerçek var. Bu gerçek demek ki uluslar artık kendilerine ait kendilerine kapanık kalamıyorlar. Bu artık fiziğin kurallarına aykırı olan bir şey. Almanya, Avrupa’nın ortasında bir yer. Bisikletle alışverişe gidiyorum, sokakta bir sürü yabancı dil duyuyorum. Bu dünyanın her yerinde oluyor. Sanıyorum benim sinemamda bu çoklu kültürden kaynaklanan bir sinema. Bir köprü kuruyorum ben. Bu benim ve sinemanın görevi zaten.

Yaşamın Kıyısında gösterime girdiğinde bazı tepkiler geldi. Halbuki filmde Türkiye’yi ne kadar eleştiriyorsanız Almanya’daki insan ilişkilerini de o kadar eleştiriyorsunuz? Bu eleştiride en çok anne kız arasındaki ilişkide ortaya çıkıyor. Almanya’ya bakış açınızı mı yansıtıyor o sahneler? Özellikle kızın annesine “Alman gibi düşünüyorsun” diye bir tepkisi var. Bu birazda sizin eleştirilerinizden mi renk alıyor?

Bu tarz ilişkiler var Almanya’da yaşanıyor. Ben de bu ilişkilere şahit oldum. İyi insan sınıfı diye bir sınıf var. Yeşiller, Sosyal Demokratlar bu sınıfa giriyor. Filmdeki ailede o sınıfa ait. Almanya değişti, eskisi gibi değil. Artık mülteci kampları bomboş çünkü ülkeye kimseyi almıyorlar. Amacım aslında eleştiride bulunmak da değil. Amacım Türkiye ile Almanya arasında bir denge bulmak. Gördüğümüz şeyler Almanya’da da Türkiye’de de yaşadığımız şeyler. Gündemde olan şeyler.

Türkiye’deki izleyiciler için bir mesajınız var mı?

Sinema umut demek. Bu zamanda umut arayan varsa sinemayı takip etsinler.

 

Serdar Akbıyık
1967 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Antropoloji Bölümü'nü bitirdi. Erol Simavi Vakfı Gazetecilik Bursu'nu kazanıp iki yıllık eğitimden sonra Hürriyet Gazetesi'nde istihbarat muhabiri olarak mesleğe başladı. 1992 yılında Hürriyet Yazıişleri'ne geçti. 1993'te Spor Gazetesi'ni kuran grupta yer aldı. 1996'da Hürriyet Yazıişleri'ne döndü. 1999'da Star Gazetesi kuruluşunda bulunmak için Hürriyet'ten ayrıldı. 2000-2001 yıllarında Almanya'da Star Gazetesi'ni çıkaran grupta Yazıişleri Müdürlüğü yaptı. 2002'de Türkiye'ye dönüp Star Grubu'na bağlı olan ve yeniden yayımlanan Hayat Dergisi'nde görev aldı. Hayat Dergisi'nde ve Star Gazetesi'nde sinema eleştirmenliği yaptı. 2004 yılında Star Gazetesi Yazıişleri Koordinatörlüğü görevine getirildi. Halen Star Gazetesi İnternet Yayın Müdürlüğü ve sinema eleştirmenliğini sürdürmektedir. Star Gazetesi, Kral Müzik Dergisi ve internette çıkardığı Cinedergi'de sinema yazıları yayımlanmaktadır. 2007 yılında "Türk Sineması'nı Yönetenler" adlı yönetmenlerle yaptığı röportajları kapsayan bir kitap çıkardı.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.