İstanbul Film Festivali’nde ‘Nokta’ filmiyle En İyi Yönetmen ödülünü kazanan Derviş Zaim’le Cenneti Beklerken ve Nokta üzerinden yola çıkarak, sinemanın zaman ve mekan üzerindeki yolculuğunu konuştuk…Zaim’r göre zaman ve mekanın oynaklığı sinemayı daha geniş bir zaman dilimine yayıyor ve geleneksel sanatların enerjisini daha farklı bir biçimde ortaya koyuyor…

 Banu Bozdemir

 Biraz Cenneti Beklerken ve Nokta ekseninde konuşmak istiyorum. İkisinin de bazı denk geldikleri noktalar var. Osmanlı döneminden gelen bazı geleneklerle haşır neşirsiniz ve bunu filmlerinize de yansıtıyorsunuz… Öncelikle bunun sizde ki etkisini öğrenelim.
Öncelikle sinema dilini daha geliştirebilmek, zenginleştirebilmek, daha sahici kılabilmek için… Bu coğrafyada yaşayan insanların gidebileceği iki tane kulvar var. Bir tanesi otantik temsil konusunda ikincisi de güç ilişkileri konusunda kafa yormak. Şimdi ikisine birden eğildiğimi söylemem gerekiyor. Ama son iki filmimde bu saydığım iki kulvardan daha çok otantik temsil kısmının ön plana çıktığı söylenebilir. Yanlış anlamaları önlemek için hemen şunu da belirteyim. Bu saydığım filmlerde güç ilişkileri yok mudur? Var ama onlar birinci kulvarın yanında biraz daha ikinci derecede gibi durabiliyorlar.
Otantik temsil nedir? Bu ülkenin, bu coğrafyanın kendi kültüründen kendi toprağından kaynaklanan birtakım yerleri ele alıp, sinema dilini bu verilerin ışığında zenginleştirme çabası olarak konumlayabilirim. Benim yapmaya çalıştığım şey de bu. Çünkü Türkiye sinemasının önemli hastalıklarından birisi copy-page. Biz sanıyoruz ki, batılı bir formu alıp, Türkiye bağlamına yerleştirirsek iyi film yapmış oluyoruz. Halbuki bunun yanı sıra Türkiye’deki bazı içeriklerin nasıl bir forumla ifade edileceğine ilişkin kafa yorarken bu topraklardan gelişebilecek formların da ne olacağına ilişkin kafa yormamız gerekiyor. Eksik olan taraf bu.
Ana akım sinemada, alternatif sinemada çoğunlukla kes-yapıştır’la gidiyor biz de.
Sizin için başından beri böyle miydi? Yoksa zaman içinde mi değişmeye, bu tarza daha fazla dönüşmeye başladı…
Değişim demeyeyim ama bu yolun birtakım ipuçlarını bulmak mümkün. İkinci filmimde ebru sanatı vardı. Ebru, kaos üzerine bir film yapabilmek için gereken formun ne olacağını düşünürken işime yarayan bir şey olarak ortaya çıktı. Demek ki o zamanlardan, on yıl öncesinden işime yarayarak, geliyorum dediğini söylemek mümkün. İlk filmim Tabutta Rövaşata da kale içine konan tavus kuşları vardı.Yavuz Sultan Selim dönemimde konulduğu söylenen tavus kuşları vardı. Söylenen o ki tarihi, kültürel bir boyut filmlerim de hep oldu. Bir sinemayı güçlü kılan şeyin ne olduğunu düşünüyorum. Her film bir kültürün, bir tarihin içinde vardır. Öyle değil midir? Ama sokağa çıktığın zaman. Ama bu amplifiye edilmesi gereken bir şey. Sanat dediğimiz şey süzgeçten geçirir, yükseltir, sıkıştırır, yoğunlaştırır, biçim vermeye çalışır. Ben bunu vermeye çalışıyorum…
Sonuçta nakkaşlık, hayali şeyleri resmetmek üzerine kurulu ve yasaklı bir şey. Ama yazı, özellikle de Kuran çok kutsal. Ya da kutsal kitaplar. Bu ikisi arasındaki fark neden kaynaklı sizce? Yani resim yasaklanırken, yazı kutsal bir forma bürünmüş.
Kültür teologları ve tarihçilerin bu konuyla ilgili yazdıkları şeyler var. Ben de filmlerimin senaryosunu yazarken bunlardan yararlanmaya dikkat ettim. Kuran’da direkt ve net olarak resmetmek yasağının olmadığından bahseder. Bunun tarih içindeki ideolojik aygıtın sertleşip yumuşamasına göre farklı şekiller aldığını söylerler. Eğer okumalarım beni yanıltmıyorsa benim de aynı fikirde olduğumu söylemem gerekiyor. Yazı farklı bir forum. Dolayısıyla bu ikisini bir karşılaştırma yapmak istersek, ikisini terazinin aynı kefesine koyup değerlendirmemiz ne kadar doğru olur, emin değilim. Yazı konusunda, bağımsız olarak şunu söyleyebilirim. Osmanlıların en özgün sanatlarından birinin, hatta birincisinin kaligrafi olduğu söylenir.
Minyatürün kökeninde Antik Yunan’a kadar gitmek gerekiyor. Farklı bir bakış açısının söz konusu olduğunu söylemem gerekiyor. Başlangıçta, Rönesans resmiyle kıyaslandığında daha zayıf olduğu gibi önyargıyla yaklaştığımı söyleyebilirim çok çok öncesinde. Ama minyatür denen şeye yakınlaştıkça aslında hiç de öyle olmadığın fark ettim. İki düzlem üzerinde farklı zamanlar ve mekanlar yaratarak insanın, nakkaşın anlatım olanakları çok daha fazla zenginleştirmeye çalıştığını fark ettim.

Aksi elmalar ve armutların karşılaştırılması gibi olurdu, yani Rönesans resmiyle minyatürü karşılaştırmak. Minyatürün gücü daha başka. Zamana ve mekana bakış açısında. Bunu da ben Cenneti Beklerken de kullanmaya gayret ettim.Bir başka röportajda da söylediğim gibi zamanı ve mekanı oynak bir biçimde inşa etmeye çalışıyorum. Bu kavramları minyatür sanatından aldığımı söylemem gerekiyor. Hangi kaynaktan? Surname albümünden… Orada şehzadelerin sünnet töreni resmedilir ve her defasında zaman ve mekan problematize edilmeye çalışılır. Bir sinemacının sevinçten tüylerini diken diken eden şey de böyle bir maden ve damar yakalamaktır. Zamanın ve mekanın bu kadar problematize edilmesi, oynak biçimde inşa edilmesi beni heyecanlandırmıştı. Bunu da filmimde değişik yerlerde kullanmaya gayret ettim. Ama bunu yaparken bir şeye daha dikkat ettim. Cenneti Beklerken’den bahsediyorum. Filmin sinema dilinin deneysel tarz haline dönüşmemesine gayret ettim.
Cenneti Beklerken’le ilgili olarak ‘Osmanlı üzerine film çekiyorum ama insanlar fazla ilgi göstermiyor’ demişsiniz? Ama Osmanlılık daha alttan gelen bir bağlılık değil mi sizce? Siz daha ağır, daha süzgeçten geçirerek ve sanatsal çerçevede mi yansıtıyorsunuz?
Sokaktaki insanın algısını da zedelemeyecek şekilde bir film yapmaya çalıştım. Bu filmin özelliklerinden birisi daha artiküle olmuş, daha beklentileri yüksek seyirciye doyurucu gelebilecek film olarak tasarlandı, hem sokaktaki insanın zevk almasını sağlamaya gayret ettik. Ama tasarlamak farklı şeydir. Bunun seyirciyle buluşması farklı şeydir. Seyirciyle buluştuğunda ortaya çıkan rakam yüz binin altında. Başka nedenleri de var tabii ki… Bunun üzerine kafa yormak gerekli. Çünkü sinema seyirciyle buluşmalı. Ama salt sürümden kazanmak uğruna olmayacak tavizler verilmesini de tasvip etmedim. Osmanlı’yla ilgili bir film yaptığınız zaman soru nasıl bir temsil düşündüğünüze gelip dayanıyor. Yemeyen, içmeyen, yılmayan atalarımız mı yapmak istiyorsunuz yoksa daha farklı mı yaklaşmak istiyorsunuz? Bu soruları çoğaltmak mümkündür. Şiddetin, kanın, milliyetçiliğin kutsanması üzerine bir film yapılabilir. Bunları da kimin yaptığını biliyorum. Ama bütün bunlara rağmen ben zarımı onlar için atmak istemedim. Daha doğru, dürüst ve namuslu olduğunu düşündüğüm bir yol için attım. En azından geriye baktığımda yaptığımın doğru olduğunu düşünüyorum. Bu da bana yeter.
Nokta için genel ve klişe olarak bir suç ve ceza yansıması diyebilir miyiz?
Evet öyle anons ettik. Bir suç ve ceza filmi. Bir suç ve o suçtan dolayı içinde fırtınalar kopan bir adamın hikayesi olarak konumlandırılabilir.
Kuranın çalınması, kutsal emanetler nasıl bir yere çekiyor olayı? Yani biraz da Kuran’ın çalınması mı trajikleştiriyor olayı. Yani bu durum sanki filme biraz daha farklı bir açıdan bakmamızı sağlıyor gibi?
Çocuk hiç istemediği halde kendini çok can yakıcı, ruhunu kavurucu bir durumda buluyor. Bir cinayet söz konusu, kuran hırsızlığıyla beraber. Yani sadece tek tek suçlar değil de, birbirini tetikleyen suçlar zincirinden bahsetmek mümkün. Galiba soru şuydu? Biz eylemlerimizin sonuçlarından ne kertede sorumluyuz? Hiç istemediğimiz bir işin içine girmiş olabiliriz. Hiç istemediğimiz halde, sırf iyilik olsun diye bir işe girmiş olabiliriz. Bizim dışımızda gelişen olaylar sonucunda biz çok kötü bir şeye yol açmış olabiliriz. Suçlanması gereken biz miyiz, başkaları mı? Bu duruma düşen bir insan vicdan muhasebesini nasıl geliştirmeli? İyilik – kötülük kavramları sinemayla, yazıyla uğraşan kişilerin kesinlikle üzerine düşünmesi gereken kavramlar olarak geliyor bana. Herkes kendine göre bir yorumlama getirecek ama çok da bilmeceye dönüştürmemeye çalışıyorum. Bütün filmlerimde bu kadar düşünsel, sanatsal sorular vardır ama bunları bilmeceye dönüştürmemeye gayret ederim.
Mekan olarak da uçsuz bucaksız bir alanı seçtiniz. Tuz gölü… Teknik olarak kesintisiz bir kurguyla karşımızdasınız. Bu daha çok ona yardımcı olan, ona denk düşen bir şey mi?
Birçok şeye denk düştü. Bir filmi yaparken oraya koyduğunuz bir öğe, sadece biçimsel ve sanatsal bir öğeyi karşılamaya yardım etmemelidir. Birçok şeyi iç içe geçerek, kaynaştırarak karşılamalıdır. Tuz Gölü’nü seçtiğim zaman karakterleri daha çok gri ve koyu giysiler içerisinde, o beyazlığın üzerine koyduğum zaman, yapmaya çalıştığım işin havasına uygun olarak yazı yazma sanatını çağrıştıracağını düşündüm. Kaligrafide de siyah mürekkep ve beyaz kağıt vardır. İkincisi Karagöz’den gelen kavram var. Eğer onu nötr koyarsam, zamanı ve mekanı oynak biçimde inşa etmeye devam edecektim. Üçlemenin ilk filmi olan Cenneti Beklerken de oynak zaman ve mekan kavramlarından bahsediyorum. Orada kalan bir kavram olarak kalmadı, devam etti o. Bu filmlerde farklı şekilde devam etti. Tam nötr’dür ama nötr olmasına rağmen kamera arkaya döndüğünde ve öne döndüğünde farklı bir zamanı gösterebiliyor. Çünkü onun nötr’lüğü bana bunu sağlayabiliyor.
Üçlemenin devamında da devam edecek o zaman… Geniş mekanları seviyorsunuz aslında… Farklı mekanlar…
Mekan, yapmaya çalıştığım şeyin içeriğini de belirliyor. Şimdi minyatürle ve Osmanlıyla ilgili bir iş yapacaktım. Çıplak tepeleri anımsatacak bir yere gitmeye çalıştım. İç Anadolu, Kapadokya, Kayseri’yi seçme nedenlerimden biri budur. Ama burada yazıyla ilgili bir iş yapacaktım. Dümdüz bir yer lazımdı bana. İkincisi İç Anadolu ve Tuz Gölü fetiş yerlerimden benim. Çamur’dan beri…
’Kültürün değişebilme potansiyeline ve kültürler arasındaki değişime takmış bir insanım’ diyorsunuz. Ulusal sinema kavramını nereye kadar uzatıyorsunuz. Geleneksel değerleri filmlerinizde ve hayatınızda nereye kadar yaşıyorsunuz?
Bugünkü hayatı nasıl zenginleştirebilirim diye bakıyorum. Yoksa, bunları ‘Osmanlı ne kadar enteresandı, kardeşim’ havasıyla ele aldığım düşünülmesin. Öyle yapanlar var. Ve sayıları da artacak. Ruhumuzu daha nasıl zengin kılabilirim diye düşünüyorum. O yüzden otantik temsile ve güç ilişkilerine kafa yoruyorum.
Sonuçta baktığımızda bir macera çektiğinizi söyleyebiliriz. Aksiyon, dalavere ve merak unsurları söz konusu. Ama bunu fazla geçmişe ve dine dayalı demek istemiyorum ama bu şekilde de aksiyon çekebiliriz diyorsunuz.
Şimdi biraz da seyirciyi düşünerek, seyir zevkini düşünerek yapılmalıdır sinema. O yüzden bu tarz şeylerden de yararlanıyorum.

Teknik olarak farklı sanatsal gösteriler peşindesiniz. Filmleriniz şık oluyor yani… J
Yönetmenlik dediğimiz şey biraz da zamanı ve mekanı tıraşlamaktır. Sonsuz bir zaman ve mekan verildi bana. Bir uzun metraj sınırları içinde istediğim her şey verildi bana ama ben onu istediğim forma gelene kadar tıraşlıyorum. Bunu yaparken de mümkün olduğunca sahici işler yapmaya çalışıyorum. Acaba bir nakkaş günümüzde yaşasaydı ve bir film çekmeye kalkışsaydı nasıl yapardı düşüncesiyle yola çıkmaya gayret ediyorum. O vizyonu peliküle yansıtmaya çalışıyorum. Şimdi de bir mimar film çekmeye kalkışsaydı nasıl bir forma ulaşırdı düşüncesiyle bir film çekmeyi tasarlıyorum. Burada da tarih boyutu olacak…
Hat sanatı el kaldırılmadan yapılırsa değeri artan bir sanat. Filmin kurgusunun da kesintisiz bir yanı var. Bunu teknik olarak biraz daha açabilir misiniz?
Çeşitli yazma biçimleri var. Bir tanesi ihcam denilen bir yazma biçimi. Ondan kaynaklanarak filmin sinema dilini oluşturmaya çalıştım. İhcam kesintisizce yazmak anlamına geliyor.
Şimdi sizin ekranda gördüğünüz şey esas alınmalıdır. Onun nasıl yapıldığı bana aittir. Çok bilinen bir şey. Ama çok uğraştık, kesintisiz hiç sekmeyen bir şey olmasını sağlamak için…
75 dakikalık bir film… Sonuçta seyirci algısı açısından bir problem yaratacağını sanmıyorum…
Mahsun Kırmızıgül, tek filmiyle ödül alamadığı zaman kızıyor, mekanları terk ediyor. Siz ödül alamadığınızda neler hissediyorsunuz?
Ödül aldığımda neler hissediyorsam onları hissediyorum. Bu jüriyle olabildi, başka jüriyle olsa olmayabilirdi şeklinde düşünüyorum. En kötüsüne her zaman kendimi hazırlamaya çalışıyorum. İstediğim koşullarda istediğim filmleri yapmamı sağlayan şeylerden birisi de bu olmuştur. Bunu işin bir parçası olarak görüyorum. Bunlar tali şeylerdir. İnsanın başka meselelerinin olması lazımdır. Bunlar bazen gelir bazen gelmez.
Yeni yönetmenler çıkıyor artık ortaya ve sinemayı bir şekilde daha muhalif bir çizgide algılıyorlar.
Bu onun kendisiyle ve hayata bakışıyla ilgili bir şey. Eleştirel işlerin ortaya çıkması zenginliktir. Benim filmlerimde de hep öyle muhalif bir yan olagelmiştir…

 

Serdar Akbıyık
1967 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Antropoloji Bölümü'nü bitirdi. Erol Simavi Vakfı Gazetecilik Bursu'nu kazanıp iki yıllık eğitimden sonra Hürriyet Gazetesi'nde istihbarat muhabiri olarak mesleğe başladı. 1992 yılında Hürriyet Yazıişleri'ne geçti. 1993'te Spor Gazetesi'ni kuran grupta yer aldı. 1996'da Hürriyet Yazıişleri'ne döndü. 1999'da Star Gazetesi kuruluşunda bulunmak için Hürriyet'ten ayrıldı. 2000-2001 yıllarında Almanya'da Star Gazetesi'ni çıkaran grupta Yazıişleri Müdürlüğü yaptı. 2002'de Türkiye'ye dönüp Star Grubu'na bağlı olan ve yeniden yayımlanan Hayat Dergisi'nde görev aldı. Hayat Dergisi'nde ve Star Gazetesi'nde sinema eleştirmenliği yaptı. 2004 yılında Star Gazetesi Yazıişleri Koordinatörlüğü görevine getirildi. Halen Star Gazetesi İnternet Yayın Müdürlüğü ve sinema eleştirmenliğini sürdürmektedir. Star Gazetesi, Kral Müzik Dergisi ve internette çıkardığı Cinedergi'de sinema yazıları yayımlanmaktadır. 2007 yılında "Türk Sineması'nı Yönetenler" adlı yönetmenlerle yaptığı röportajları kapsayan bir kitap çıkardı.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.