Fırat Sayıcı
Nisan ayında gerçekleşen İstanbul Film Festivali dolayısıyla ülkemize gelen çingene yönetmen Tony Gatlif, festival kapsamında bir söyleşi vermişti. İşte bu keyifli söyleşiden çeşitli notlar tuttuk ve sizzler için derledik. Ancak isterseniz, dünya sinemasının bu önemli ve çoğu kez es geçilen yönetmenini kısaca tanıtalım.
Her ne kadar çingene filmlerinin unutulmaz yönetmeni olarak akla ilk gelen isim Emir Kusturica olsa da, çingenelerin hayatını Kusturica’dan daha objektif ve süsten uzak aktaran tek kişi Tony Gatlif. 1948 yılında Cezayir’de, Endülüs kökenli bir çingene olarak doğan yönetmen, 70’li yılların başında okul yıllarında çektiği kısa filmlerle sinemaya adım atmıştır. Cezayir Savaşı’na değindiği “Karındaki Toprak”, çingenelerin derin portrelerini çizdiği ve haklarını savunduğu “Prensler”, sinemanın gizemiyle büyümüş delikanlı ile bir film yıldızı arasındaki dramatik tutkunun öyküsünü anlatan “Ağlama Sevgilim” gibi önemli filmlerin ardından sinemaya bakış açısını özetleyen bir çingene üçlemesi çekti; “Latcho Drom”, “Mondo” ve “Gadjo Dilo”. Sinemaseverlerin çok iyi bildiği bu üçlemeye eklenen “Vengo” ve “Transilvanya” ile hikaye anlatımındaki başarısını bir kez daha gözler önüne seren Gatlif, 2004 yılında Sürgündekiler filmiyle Cannes Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünün de sahibi oldu.
Her daim ezilen, horlanan ve toplum dışı edilen Çingeneleri, tüm yönleriyle bizlere tanıtan Gatlif, aynı zamanda filmlerinin müziğinde de söz sahibi. “Müzik filmin omurgasıdır, senaryoyu yazarken ve çekim mekanları saptarken eş zamanlı olarak müziği de tasarlarım.”
Bunun en bariz örnekleri “Vengo” ve “Transilvanya”da görülmektedir.
Benim adım Tony Gatlif. Film yönetmeni, yazarı ve prodüktörüyüm. Benim neden sinema yaptığımı anlamak için yüzüme bakmak yeter. Aslında yazar, şarkıcı veya haydut ta olabilirdim. Ama sinemacı olmayı seçtim. Benim bulunduğum yerde olduğunuz zaman sinemayı seçmek çok doğal bir şey. Dolayısıyla filmlerim benimle kendini ifade edemeyenler arasında bir köprü görevi görüyor.
Benim için film çok sade olmalı. Kolay bir anlatım içermeli. Çünkü film insanlara rahat ulaşabilmeli. Bu konuyla ilgili kısa bir öykü anlatmak istiyorum. Yönetmen olan bir arkadaşım Amerika’da büyük bir otelde asansöre binmiş. Asansörde bir de yapımcı varmış. Arkadaşım da yeni filminin konusunu anlatmak istemiş yapımcıya. Fakat yapımcının hareketlerinden asansörün son kata kadar çıkma süresi içinde filmin öyküsünü anlatması gerektiğini anlamış. İşte zaten Amerikan filmlerinin konusu da bu kadar kısadır. Bir asansörün 10. katına çıkacak bir süre kadar vakitte anlatılabilir. Oysa benim filmlerimin konusunu anlatmak için bir otoyola ihtiyacım var.
İlk filmimin çekim hikayesi, benim hakkımda iyi bir bilgi verir sanıyorum. İlk başlarda tiyatro bölümünde öğrenciydim ve oyunculuk yapıyordum. O dönemde bir senaryo yazdım ve hocamız bu senaryoyu filme çekmeye koyuldu. Fakat onla hiç anlaşamıyordum. Kameraları koyduğu yerler bile bana çok ters geliyordu. Yaşlı bir öğretmenin ve sinemacının kamerayı nereye koyacağını bile bilmemesi beni çılgına çeviriyordu. Artık beni o kadar kızdırdı ki bir gurup arkadaş ile hafta sonu stüdyoya daldık ve kamera ile film bobinlerini çaldık. Bazı oyuncularla birlikte hafta sonu film yaptık. Şimdi bütün o oyuncular Fransa’nın en tanınmış oyuncuları. Böylece ilk kısa metraj filmimi yapmış oldum. Bir haydutun öyküsüydü bu. Sokakta elinde bir silahla koşan haydutun öyküsü. Tabii silah oyuncaktı. Ama biz kimseden izin almamıştık ve çekimlerin çok gerçek olmasını istiyorduk. Kamerayı da bir dükkanın içine saklamıştık. Ben haydutu oynuyordum, elimde oyuncak tabancayı havaya sıka sıka koşmaya başladım. İnsanlar korktu, kaçıştılar. Sokağın biraz ilerisinde jandarma varmış. Ben koşarken jandarmayı fark etmedim. Halbuki o beni takip etmeye başlamış. Neyse, koşu bitince heyecanla kameraya döndüm ve nasıldı diye sordum. Tam o sırada ensemde soğuk bir demir hissettim. Ve heyecanlı bir ses sakın hareket etme dedi. Ben olayı anladığım için hiç hareket etmedim. Jandarma kamerayı gördüğü zaman beni vurmadığına o kadar sevindi ki, kucağıma atladı. Sinema yapmanın sadece bir zevk olmadığını aynı zamanda tehlikeli bir şey olduğunu anlamanın yegane yolu buydu.
Filmlerimde bazı şeyleri tersine çevirmeye çalışırım. Bir çingene çoğunlukla filmlerde hırsızdır. Ya tavuk çalar ya da suç işler. Bense o çingenenin gözünden dünyaya bakmaya çalışırım. Onlar nasıl görüyorlar bu dünyayı, onu anlatmaya çalışırım. Çünkü onlar da kuşkuyla bakıyorlar bu kalabalığa, insanlara. Transilvanya’da ve diğer filmlerimde de benzer konular var. Benim filmlerime Çingeneler gitmez. Bu onların tarzı değil. Onlar kendilerini seyretmekten hoşlanmaz. Aslında ben de filmlerimi onlar için yapmıyorum. Onlarla ilgili olarak yapıyorum ama filmlerim onlar için değil. Ben bu öyküleri diğerleri için çekiyorum. Sinemaya giden, Çingeneler hakkında ön yargılara sahip olan insanlar için yapıyorum. Onlar bir şeyler görsünler ve tanısınlar diye yapıyorum.
Ben bu etnik gurupla ilgili ilk filmimi yaptığımda kimse beni anlamıyordu. Çingeneler nereden geliyor diye bana soruyorlardı. Hindistan’dan mı Mısır’dan mı diye. Bazıları Bohemya’dan geliyor derlerdi. Biliyorsunuz Bohemya, Çek Cumhuriyetine ait bir bölgedir. Ben de hayır Hindistan’dan geliyorlar derdim. Hatta bu ilk filmlerime ırkçı bir nefretle yaklaşanlar da olurdu. Ama artık öyle değil. Bu her yerde değişti. Fransa’da, Almanya’da ve hatta Türkiye’de de değişti. Türkiye’ye ilk kez 1990 yılında “Latcho Drom” filmi için çekim yapmaya gelmiştim. Daha sonra da 1993’te de geldim. Baktım gerçekten izleyiciler değişmiş. Algıları farklılaşmış, yaşları değişmiş. İzleyiciler çok yol kat etmiş. İşte beni rahatlatan şey bu.