Banu BOZDEMİR

Yeniden çevrim Hollywood versiyonu Funny Games’i beklerken yönetmen Michael Haneke’yi de analım ve rahatsızlıklarımıza rahatsızlık katalım istedik…

Haneke’yle kendi adıma ilk tanışıklığım 1997 yılında ‘Funny Games’ filmiyle başladı. Filmi izlerken yerimde gerginlikten zangır zangır titrediğimi hatırlıyorum. Bu kadar rahatsızlık hissiyatının bir ‘Funny Games’adı altında seyirciye sunulması zaten bambaşka bir ‘oyuna’ getirildiğimizin kanıtıydı. Ama o filmden sonra Haneke ‘benim yönetmenlerim’ arasında yerini çoktan almıştı.

‘Sizlere huzursuz seyirler’ dilerim diyen Haneke’nin, filmlerindeki rahatsızlık hissini öncelikli olarak sistemden, sonra rahat koltuklarında film izlemek üzere konuşlanmış, yanında beğeni ve eleştiri oklarını aynı düzlemde tutan seyirciden çıkartmayı hedefler gibi bir hali ve tavrı vardır ve bunu da gayet iyi başarır. Yani kucağınızda popcorn kovaları, eliniz sevgilinizin avucunda güle oynaya izleyeceğiniz filmler değildir Haneke yapıtları. Eğer Haneke’nin filmlerine bu tarz bir düzenek içinde gitmeye kalkarsanız üstünüz başınız popcorn olur, sevgiliniz ise elinizden uzaklarda bir yaşam kurma isteği içinde kıvranır… Yani seyri hiç de kolay değildir, rahatsız edici yanı bir hayli fazladır. Çünkü uğraştığı insan modeli tatminsiz, modern toplum insanlarıdır. Hiçbir şeyin yetmediği, tatmin etmediği, belirsiz bir şiddetin alttan alta bizi esir aldığı, yabancılaşmanın derinlerden yükseldiği, duyguların buza kestiği ve gerçeklik duygusunun kendisini yitirdiği bir ortam hayal edin. Biraz zor değil mi? O zaman size Haneke filmlerini öneriyoruz.

Ölümcül Oyunların gizlisi ‘saklı’sı yok!
İlk filmiyle gözüme kestirdiğim, son filmi ‘Saklı / Cache’ ile doruğa eriştiği yönetmen, öyle derin bir çelişki içinde bırakıyor bizi, çelişkimizin kaynağını aramak için göğe yükseliyoruz adeta. Ve tam o sırada ‘Tanrının gözü’ alegorisine saplanıyoruz. Politik zemin, psikolojik gerilim, korku zamanlaması, her şey kişinin kendini yargılamasına gelip dayanıyor. Kendi içindeki ‘öteki’ ben duygusunun tesiriyle son derece etkileyici bir anlatımın peşinde sürükleniyor.

Haneke’ye göre birbirimizi sevmeyi zaten beceremedik ama nefret etmeyi bile bilemeyecek kadar aciz ve zavallıyız. O yüzden topu seyirciye atıp, onları kızdırmak, sıkmak ve hayal kırıklığına uğratmaktan zerre kadar gocunmuyor. Aksine bu duygularla seyirciyi bir felaketin eşiğinden döndürmeyi amaçlıyor… O yüzden belki de Hollywood formlarında bir kez daha tekrarlıyor ‘Funny Games’i… Şiddet düzeyi geriye doğru bir eğrilme göstermedikçe Haneke belki de söylemlerini farklı formlarda, farklı yollarda göstermeye devam edecek.

Benny’s Video, Haneke’nin ilk dönem filmlerinden olmasına rağmen, günümüz şiddet olgusu içinde epey kalınca bir yer kaplayacak ve kafa bulandıracak denli günümüz formlarına yakın. Ve de yalın. Benny babasının domuz katlettiği bir videoyu izler ve içindeki şiddet ibresi tavan yapar. Bilinçsizce, hayvani ve bozuk bir biçimde, aynı zamanda bir ‘oyun’ algısı içinde Benny eve getirdiği kız arkadaşını vurur. Sonra oturur bir güzel karnını doyurur. Babanın cesedi yok etmek için giriştiği çaba da takdire şayandır doğrusu… Başka olumlu bir durum için asla parmak oynatılamayacak kadar ‘ter dökülen’ bir çaba… Yine yüzümüze yüzümüze vurulan değersizlikler silsilesi…

Yaşama tutunma duygusunun buz kestiği an!
Ya ‘Duygusal Buzlaşma’ üçlemesinin ilk filmi olan ‘Yedinci Kıta’ya ne demeli? Onu yaşamsal tutunma duygumuz içinde nerelere sevk etmeliyiz? Duyguların buza vurduğu, iletişimsizliğin ve sessiz şiddet duygusunun küçük bir olaydan ilham alarak ayyuka çıktığı ortamda seyircinin de buza kesmesi beklenir ki, olan da tam odur. Bir aile kendilerini eve kapatıp, yavaşça ölüm duygusunu çağırırlar ve kendilerini sakince teslim ederler… Sebep bizim filmde izlediklerimizin toplamıdır. İletişimsizlik, sevgisizlik, tekrarlanan aile kurgusu vs… Haneke’nin deyişiyle seyirciye sunulan ‘imgelerin gücü’nü kullanıp izleyiciye imge ve sesin şiirinin karışımını sunmaktır. Filmin gerçeklik boyutu da aynı bir trajedi…

Çıplak bir gerçekliğin peşinde olan, müzik kullanmaktan kaçınan ve iç çarpıntıları yaratan yönetmenin Piyanist’i de ayrı bir ekoldür. Bir kadının kendini yok etme sürecini ele alan yönetmen birbirinden etkili sahnelere imza atar. Banyoda bacak arasına giren ve ortamı kana bulayan sahnesinden tutun, tuvalette gerçekleşen sevişme patlamasına kadar ger şey kadının aşk ve nefret ikileminin sonucudur. O derece kapalı, o derece açık ve enteresandır aynı zamanda Erika Kohut.

Bunca kasvet içinde Haneke’nin ‘en iyimser’ çalışması olarak adlandırılan Kurdun Günü ise bir felaket sonrası, yine sebebi belirsiz, toplumun çöktüğü bir anın sonrasına odaklanıyor. Yavaş, telaşsız ama yine karanlık ve kavgacı bir yanı filmin… Çıkarlar dünyasının ve dünyanın çöküşü üzerinden insanlara farklı bir bakış… Sarsıcı gerçekten de…

Haneke’nin filmlerindeki bir büyük karmaşa, belki aldatmaca da bir süre sonra kurmacanın gerçekliği konusunda seyirciyi altüst etmesinde yatıyor. Örneğin Benny’nin Videosu’nda domuzun öldürülme sahnesi bir video kaydıyken bir süre sonra perdeye yayılır ve gerçeklik hissi empoze edilir seyirciye. Sonra tekrar video kaydı görüntüleri devreye girer ve gerçeklik yön değiştirir. Yani filmin kurmaca olduğu bir süre sonra tekrar hatırlatılır. Tıpkı Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası’nda olduğu gibi…

Bilinmeye Kod, yaşamın değişen kodları ve insanların kesişme noktaları üzerine bir hayli farklı bir denemeydi. Kafka uyarlaması Şato, bir parça hayal kırıklığı yaratsa da bir uyarlama olduğu ve hemen arkasından Funny Games geldiği için bir nevi düz bir çizgide kaldı, karanlıklar prensi imgesi üstlendi… Çünkü diğer filmler duygu olarak seyirciyi ezdi geçti…

Şimdi Haneke bir kez daha Funny Games diyor Hollywood kalıplarıyla… İngilizce çekildi, plan plan aynı çekilse de Amerikalı izleyici hedef alındı bu kez… Funny Games de nedensiz şiddetin seyirciyi germesi amaçlanır. Şiddet uygulayanların kimliklerine dair bir açıklık yoktur . Neden orada oldukları ve neden bir sürü şeyi yaptıkları konusunda da… Filmin gerilimi tırmanırken, seyirci de afakanlara sürüklenir… Ama günümüzde yapılması gereken tam da budur…

 

 

Banu Bozdemir
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu. Sinema yazarlığına Klaket sinema dergisinde başladı. Dört yıl Milliyet Sanat dergisi ve Milliyet gazetesinde sinema yazarı, kültür sanat muhabiri ve şef yardımcısı olarak çalıştı. İki yıl Skytürk Televizyonunda sinema, sanat ve ‘Sevgilim İstanbul’ programlarında yapımcı, yönetmen ve sunucu olarak görev aldı. Antrakt Sinema Gazetesi’nde iki sene editör olarak çalıştı. Tarihi Rejans Rus Lokantasına hazırlanan ‘Rejans Tarihi’ ve ‘Rejans Yemekleri’ kitabının editörlüğünü yaptı. Rejans Rus lokantası başta olmak üzere birçok şirketin basın danışmanlığı görevini üstlendi. Film + sinema dergisine Türk sineması röportajları yaptı. Küçük Sinemacılar, Benim Trafik Kitabım, 'Çevremi Seviyorum' adı altında on iki tane ‘çevreci’, dört tane fantastik çevre temalı yirminin üzerinde çocuk kitabı bulunuyor. Sosyal medyada yolunu kaybeden bir genç kızın maceralarını anlattığı ‘Leylalı Haller’ yazarın ilk romanı. Kaşif Karınca ise beyaz yakalılara çocuk kafasıyla yazdığı ufak bir yaşam manifestosu özelliği taşıyor. TRT’ye çektiği ‘Bakış’ adlı bir kısa filmi bulunuyor. Halen aylık sinema dergisi cinedergi.com'un editörü, beyazperde.com ve öteki sinema yazarı. Kişisel yazılarını paylaştığı banubozdemir.com sitesi de bulunan yazar filmlerde ve festivallerde jüri üyesi olarak görev alıyor, filmlere basın danışmanlığı yapıyor, sinema ve kısa film atölyelerinde ders veriyor. Çocuklarla sinema ve çevre atölyeleri düzenliyor.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.