Arzu Çevikalp
Bir varmış bir yokmuş…28 Eylül 1968 yılında İngiltere’de adı Naomi soyadı Watts olan şirin mi şirin bir kız bebeği dünyaya gelmiş. Annesi Myfanwy Roberts, babası Peter Watt’mış. Naomi Watts’ın 4 yaşındayken annesi ve babası ayrılmış, 7 yaşına geldiğindeyse aksilikler peşini hiç bırakmamış ve derken babası hayata gözlerini yummuş. Bu olumsuz olaylar silsilesinin ardından çok sevdiği erkek kardeşi Ben’i de yanına alarak Kuzey Galler’deki Anglesey adasında bulunan Ziangefni şehrine taşınan Watts, büyükanne ve büyükbabasıyla yaşamaya başlamış. Hızla gelişimini tamamlayıp ergenlik dönemine geçiş yapan Watts, daha 14’ündeyken hayallerinin peşinden koşmak için menşeii Avusturalya olan annesinin memleketine yerleşme kararı alarak oranın vatandaşlığına geçmekte karar kılmış. Ve bunu da şu şekilde ifade etmiş: “Düşündüğümde kendimi Britanya’lı olarak hissediyorum ve Birleşik Krallık’ta çok güzel anılarm var, 14 yaşımdayken İngiltere’den ayrılmak hiç istememiştim.”
Bundan çok kısa bir süre sonra Kuzey Sidney Kız Lisesi’ndeki(North Sydney Girls High School) eğitiminin ardından küçüklüğünden beri oyunculuk ateşiyle yanıp tutuşan Watts, oyunculuk kurslarına kayıt olmuş. İyi yapmış olsa gerek ki, katıldığı deneme çekimlerinden birinde Nicole Kidman ile tanışarak ilk rolünü “For Love Alone”da ve ikincisini de “The Dustodian”de aldı. 1991’de “Home and Away” ve “Brides of Christ” adlı televizyon filmlerinde rol alan yıldız, “Tank Girl” adlı bir yapımda Jet Girl kisvesine büründü. Herşeye rağmen tüm zorlukların arkasına sığınarak sistem içindeki sıkışıklığın resmedilmesi her ne kadar Watts’ın canını sıksa bile, “Sleepwalkers” ve “Children of the Corn” gibi B sınıf filmlerde oynaması kendisi için önemli referanslar oluşturmuştur.
1995-2000 yılları arasında yer aldığı en önemli yapımlardan biri 1998 yılında beyazperdeye aktarılan “Dangerous Beauty” oldu. 2002’de usta yönetmen David Lynch’in en çok sükse yapan filmi “Mulholland Drive” ile kişilik bölünmesi yaşayan karakteri canlandıran aktris, psikolojik olarak etkilenmiş olsa gerek ki, kendini o kabusvari ortamın içine kapatarak rolün üstesinden gelmiş. Bununla da kalmayıp Cannes Film Festival’ine katılan filmin En İyi Kadın Oyuncu dalında Ulusal Film Eleştirmenliği ödülünü ve aynı zamanda En İyi Çıkış yapan Oyuncu dalında National Board Of Review ödülünü aldı. 2003’de adı Heath Ledger ile anılan Watts, “The Assasination of Richard Nixon” ve “Huckabees” ile adını devler ligine yazdırmayı başardı. 2005’de “The Ring” adlı yapımla kendini tamamiyle kanıtlama fırsatını buldu. O senenin sonuna doğru Klasik King Kong’u yeniden beyazperdeye uyarlayan ünlü yönetmen Peter Jackson’un filminde King Kong’un tutkulu aşığını canlandırdı. Bir yıl sonra “Painted Veil” filminde Edward Norton ile kamera karşısına geçen Naomi Watts, aynı filmde Liev Schreiber ile nişanlandı. Dahası başka bir süprizle sevenlerini şaşırtan Watts, artık vejeteryan ve Budist olduğunu dile getirdi. David Cronerberg’in yönettiği “Eastern Promises”de Ana adlı Rus karakteri ve bu ay vizyona giren Michael Haneke’nin “Funny Games”inde de Anna’yı canlandırdı. Naomi Watts, filmlerin büyüsüne kendisini kaptırarak mekanın içindeki olayları, olayların içindeki mekanları ve bu mekanlara hakim olan duyguların dışavurumunu o kadar anlamlı kılıyor ki, adeta ruhunu katıyor oyunlarına. 1986 yılından beri 38 filmde kendisini kanıtlama fırsatına erişmiş olan güzel yıldız gerek yardımcı rollerde gerekse başrolde oynamış, güzelliği ve yeteneğiyle tüm sinema kapılarını ardına kadar açmıştır. Kendisini saygıyla andığımız Alfred Hitchcock’un uzun bir aradan sonra yeniden uyarlanan “The Birds” (2009) adlı yapımında hayranlarıyla buluşmaya hazırlanan star, “Ölümcül Oyunlar”la bekleyenlerin dudaklarına şimdiden bir parça bal çalıyor.